fiko

Haftanın Konusu

Yeni konumuz "Hayır, hayır, hayır... Kime söylüyorum ki şarkıyı?'. Bu kez her şey çok basit: ya evet diyeceksiniz, ya hayır...

19 Mart 2017 Pazar

Deutsch Lernen


2007 yılının yazında, bir aylığına acı vatanın tatlı şehrindeyim, şu mızıkacıları ile ünlü olan şehirde. Dünyanın dört bir yanından gelen Almanca sevdalılarıyla birlikte Bremen Üniversitesi Kampüsü içinde ders veren Goethe Enstitüsü’nün Almanca kursuna katılıyor, Bremen şehir merkezindeki evlerde diğer kurs öğrencileriyle birlikte kalıyoruz.

Yukarıda gördüğünüz fotoğrafta yer alan dört kişiden üçü ev arkadaşım (dördüncü şahıs naçizane ben oluyorum). Oda arkadaşım, fotoğrafın en sağındaki Polonyalı Piotrek. Diğer odada ise Rus Mikhail’le (en soldaki) ABD’li Tim (soldan ikinci) kalıyor. Sıcak ve soğuk savaş bitmiş anlayacağınız. Bu ikili kafası kıyak gezen nesilden, oda arkadaşım Piotrek de içiyor, ancak biz aramızda İngilizce konuştuğumuz için bizim ekibimizle nadiren dışarı çıkıyor. Bizden daha iyi Almanca bilen Piotr, Almancasını daha da iyi yapabilmek için sınıf arkadaşlarıyla takılmayı tercih ediyor, aramızdaki en mantıklı çocuk o anlayacağınız. Arada benim öğrettiğim Türkçe küfürleri kullanıp, verdiğim tespih ve Türk bayrağı ile fotoğraf çektirip Fenerbahçe marşları söyleyecek kadar da seviyor beni. Ben de onu seviyorum tabii.

İki oda bir mutfaklı bir evde, Sielwall durağına 2 dakika yürüme mesafesinde kalıyoruz. Temel yabancı dili İngilizce olanların “saylvool” diye okuduğu, ancak Almanca “zilvâl” diye okunan bu durağa sabahları beraber gidiyor, kurs bitiminde eve beraber dönüyoruz.

Dört kafadar olarak, bir gün kurstan eve döndüğümüzde hemen apartman girişindeki dairemizin kapısını bir türlü açamıyoruz. Herkes kendi anahtarını deniyor, tık yok. Evin sahibi Alman abimiz için “yoksa?” diyoruz, apartmana tersten bakıp balkonumuzu kesiyoruz, ev boşaltılmış mı diye. Gördüğümüz kadarıyla eşyamız duruyor.

Acıkıyoruz bir ara, evin yakınlarından hamburger alıp apartman kapısının önünde yiyoruz, kafamızda soru işaretleri, arada kapıyı denemeye devam ediyoruz. Çaresize yakınız, o sırada apartmana giren, üst katımızda oturduğu anlaşılan ve Alman olduğu her hal ve hücresinden anlaşılan bir ağabeye İngilizce “çok uğraştık ama kapıyı açamadık, siz de bir deneyebilir misiniz?” diyoruz. Adam çok sert bir şekilde “no” diyor. Öyle soğuk bir no ki bu, kaskatı kesiliyoruz. Evine girdiğinden emin olunca herkes kendi dilinde adama küfrediyor. Dil ve vicdan özgürlüğümüzü sonuna kadar kullanıyoruz. Adam Tim’in “fuck you”sunu duyuyorsa anlıyor gerçi. Hatta Türk komşularından etkilenmişse benim söylediğim “göt oğlanı” tabirine de yabancı olmayabilir.

Sonuçta adam bize yardımcı olmuyor. Ben bir ara, tramvay durağının karşısındaki Türk internet kafesine gidip Bremen tecrübesi boyunca ahbap olduğum adama danışıyorum, ne yapalım diye. “Kapıyı hiç mi açamıyorsunuz” diyor, birkaç akıl veriyor. Kapıyı denemeye devam ediyoruz. Baktık olmayacak, evin alışverişlerini yapalım bari diyoruz; kağıt havlular, sular, biralar, çerezler alıyoruz. Eve giremiyoruz, ama evin alışverişini yapmaktan da geri durmuyoruz. Çilemiz bir saatten fazla sürüyor. Artık evin sahibini arayacak, “sen ne ayaksın lan?” diyeceğiz. Derken ben “Durun, kapının altına halı sıkışmış olabilir” diyorum. Kapının altına halı sıkıştığında kapının zor açılması durumlarına o dönem şahit olmuşum demek ki. Aldığımız kağıt havlulardan birkaçını elime sarıp bundan güç alarak son bir kez deniyorum kapıyı. Çocukluğumda yaptığım gibi “ayı gücüüüüü” diye bağırarak anahtarı çeviriyorum; tak, açılıyor kapı. Deparla giriyoruz eve, peşine birkaç saniye arayla “hayırına soktuğum” diye üst kat komşusuna sövüyoruz, “farklı dillerde”.

* * *

O yaz Türkiye Süper Kupa maçı Köln’de oynanacak. Takımlar Fenerbahçe ve Beşiktaş. Atlıyorum trene, gidiyorum maça. Fenerbahçe o sene şampiyon olmuş, kadroya Roberto Carlos da katılmış, Carlos’un Fener formasıyla ilk resmi maçı. Rüştü de Beşiktaş formasıyla Fenerbahçe’ye karşı ilk kez oynuyor. Tribünlerdeki Fenerbahçeliler Rüştü’yü tribüne çağırıp alkışlıyor maçtan önce. Maçı daha da güzelleştirmek için bira almaya gidiyorum. Hemen biradan bir yudum alıyorum, yalnız tadı bir garip, alkolsüzmüş. Halbuki benim amacım maçı güzelleştirmek, böbrek taşı düşürmek değil, alkollü istiyorum diyorum, Türk bir görevliye “abi birayı alkollü verir misin” diyorum, görevli abi sert bir “hayır” diyor. Acı vatan, acı vatandaşlarına ve bana alkolsüz bira veriyor. Fenerbahçe maçı 2-1 alıp kupayı kaldırıyor. Mutlu mesut o gece dönüyorum Bremen’e.

Bundan 13 gün sonra Bundesliga’da, yani Alman 1. Futbol Ligi’nde Werder Bremen - Bayern Münih maçı oynanacak. Biletler çoktan kapışılmış, kombine biletlerden de kaynaklı olarak bilet bulmamız çok zor. Ama Tim, bir internet sitesinden kovalıyor maç biletini, erken davranıp bilet alan bir Alman kızdan, normalde 13 Euro olan kale arkası biletini 50’şer Euro’ya ben, Piotr ve Tim alıyoruz. Mikhail futbola ilgisiz, biz ise son derece istekliyiz. “%100 Werder” tişörtlerimizle ve uydurduğumuz tezahüratlarla tramvaya biniyor, çok kısa sürede ulaşıyoruz stada. Vagonlarda Bayern Münihlilerle Werder Bremenliler tatlı tatlı atışıyor. Stat çevresinde iki takım taraftarı birlikte arıyor maçı izleyeceği blokları. Bremen’de Bayern’e, albümlerinde Bayern aleyhine şarkılar bestelenecek kadar derin nefret beslenmesine rağmen…

Werder’de Mertesacker, eski Fenerli Diego, eski Beşiktaşlı Hugo Almeida varken; Bayern’de kalede efsane Oliver Kahn, savunmada Lucio, orta sahada Schweinsteiger, Ribery var, ileride de Miroslav Klose ve Luca Toni. Maçın hakemi de Markus Merk.

Klose, Werder Bremen’den gittikten sonra Bayern formasıyla Bremen’e karşı ilk maçını oynuyor, o maçın Rüştü’sü de o. Maç boyunca ıslıklanıyor Klose. Bu arada Bayern Münih’te bizim Hamit de var. Hatta maç sırasında bir ara Werderli bir taraftar top ondayken “Scheiss Türke” şeklinde ırkçı söylemde bulunuyor ve yanımdaki Piotr ve Tim’in yüzü tam o esnada bana dönüyor. Gidip bira alıyoruz, “alkollü”. Biramızı keyifle içip maçı seyretmeye devam ediyoruz. Bayern, Werder’i 4-0 yeniyor, gollerden birini de Hamit atıyor. Werder’le göbek bağımız yok, çok da üzülmüyor, mutlu mesut evimize dönüyoruz, ama benim aklımda 13 gün evvelki o alkolsüz bira. Bira satıcısı aklıma geliyor, “hayırına soktuğum” diyorum, “Türkçe”.

* * *

Kurs bitiminde Tim’le 2-3 günlüğüne Berlin’e gidiyoruz. Tim’in tipi zaten Türk gibi, oradaki Türk restoranlarına girdiğimizde ilk bana değil, ona “buyur kardeşim” deniliyor, yabancılık çekmiyor Tim. Duraklardan aldığımız tramvay biletleriyle şehri güzel güzel geziyoruz. Artık son gün, son tramvay yolculuğu, yanımızda madeni para yok, “Bremen’de bir ayda, Berlin’de iki günde hiç sormadılar bilet, şimdi de sormazlar, gidip oturalım tramvaya” diyor Tim. Tim’in dışı değil, içi de Türkleşiyor anlayacağınız.

İneceğimiz durağa birkaç durak kalmışken vagona Amerikan futbolcu tişörtlü bir “polizei” geliyor. Gerçekten polizei, kartı filan var, “biletleri görelim” diyor. Bizim için “Achtung” çanları, “we are fucked” diyor Tim, “I agree” diyorum. Adam bize biletleri soruyor, o sırada ana dilim İngilizce oluyor bir anda, TOFEL, IELTS hepsini veriyorum. Takır takır anlatıyorum derdimizi; biz bir ay Bremen’de kaldık da, amacımız “Deutsch lernen” de, bu da öğrenci kartımız da, orada trenin içinden bilet alabiliyorduk da, burada da o sistem var sandık da, burada yokmuş da, inişte alacaktık da, ne yapalım da, Tim sen de bir şeyler söylesene de…

Tim “arkadaşımın beyanlarına aynen katılıyorum” diyor, “sorun biletse, biletimizi alırız abi sorun yok” diyoruz; polizei çok sert bir “nein” diyor, ciddi bir para cezası uyguluyor bize. Adam başı, yanılmıyorsam 65-70 Euro para veriyor, trenden çıkarılıyoruz. “Şimdi gidin şu makineden bilet alın” diyor polizei. Paşa paşa alıyoruz. O dönem Euro o kadar da pahalı değil gerçi, henüz Türkiye üzerinde o kadar büyük oyunlar oynanmıyor, üçüncü havaalanı inşaatına başlamamışız.

Ama yine de öğrenciyiz, ciddi maddi kayba uğruyoruz. Gideceğimiz yere vardıktan sonra da, “hayırına soktuğum” diye polizei abiye sövüyoruz, “İngilizce”.

Birkaç gün sonra Hamburg üzerinden Türkiye’ye dönüyorum. Aklımda; biri para, biri bira, biri zaman (ve kağıt havlu) kaybına uğratan hayırlar.

* * *

Almanya fotoğraf alışverişlerimiz için yabancı dostlarımın tavsiyesiyle açtığım, o dönem çok az kişi tarafından bilinen Facebook’a Almanya fotoğraflarını yüklüyor, albümümün adını “Goethe geldim” koyuyorum. Küçüğüz o zamanlar…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder