fiko

Haftanın Konusu

Yeni konumuz "Hayır, hayır, hayır... Kime söylüyorum ki şarkıyı?'. Bu kez her şey çok basit: ya evet diyeceksiniz, ya hayır...

3 Ağustos 2015 Pazartesi

Denizi Hak Etmek


Bir yaz gecesi, sevimli ve sıcak bir yerdesin. Ege veya Akdeniz olması muhtemel. Öğleden sonra başlamışsın gündüz birasına. Elinde dergi, kitap veya gazete. İzlemeye maç yok; ama gazetenin son sayfalarının vazgeçilmesi olan ve adı geçen futbolcuların yalnızca yüzde beşi ile anlaşılacak transfer haberleri ile haşır neşirsin. Elinde de ufak not kağıtları, “seneye takım şu şekilde oynar”, “şunu alırsak hücumda iyi oluruz”, “şu oyuncunun yanına bu yakışır”, “onunla şu yan yana oynayamaz” yorumları yapıyorsun kendince. Arkadaşlarınla tartışıyorsun muhtemel kadroyu, yorumlarınızdan dolayı birbirinizi futbol bilmemekle suçluyorsunuz misal. Bu kadro kurmalarda veya gazete, dergi okumalarda bira daha da güzel oluyor. Zaten gündüz vakti Tuborg sanki daha bir “su gibi”, daha bir güzel.
Bira içme sadece hazırlık amaçlı. Sessiz sakin bir mekanda, taze balık ve mezelerle donatılmış masanda; arkadaşlarınla bir yandan rakını yudumlayıp güneşi batırırken, diğer yandan da iki şey canını sıkıyor: 1. Müessese hesapta acaba ne kadar geçirecek? 2. Haftaya bugün işe/okula/memlekete nasıl gideceğim? Neyse iki soruyu da sert bir voleyle denize yolluyorsun, anın tadını çıkaralım diyorsun. Zaten İstanbul’daki gibi geçirmeleri mümkün değil. Orada daha kötü yemeği, daha pahalıya yiyorsun. Büyük şehirde yaşamak böyle bir şey.

İyice çakırkeyif olmuşsun. Oynamayla zıplamayla zaten alakan yok, güzel müzikler çalan sempatik bir mekanda birkaç bira içip yazlık eve döneyim diyorsun. Eve döndüğünde evdeki duvarda bulunan eşantiyon saatin 3’ü geçtiğini görüyor, saate kızıyorsun. Erken kalkman lazım çünkü.

Saati sabah 7’ye kuruyorsun. Lağım çukuru gibi kokuyorsun, ilk kalktığında etrafındakilerden de, senden de “günaydın” kelimesine benzeyen, en azından “günaydın” denmek üzere yola çıkmış birkaç harf var, ama kiminin ağzından bu harfler “aaııınııın”, kimininse “güaaainn” şeklinde çıkıyor. Gözüne ilk çarpan havlumsuyu atıyorsun sırtına; baş havlusu mu, yüz havlusu mu, ayak havlusu mu, farkında değilsin, umurunda da değil pek zaten. Dün geceki arkadaşlarınla, tek kelime etmeden evden çıkıp, yaklaşık bir 300-400 metre yürüyorsun. Havlumsunuzu bırakıyorsunuz müsait bir yere; o yerin kum veya taş olması muhtemel. Rahat yürünsün ve kötü bir güneş yanığına kurban gitmesin diye tasarlanmış, fakat ayaklarınızın çirkinliğini hesaba katmamış parmak arası terliklerinizi bıraktıktan sonra atlıyorsunuz çarşaf gibi denize. O denize sanki tarihte hiç kimse girmemiş de, açılışı siz yapmışsınız gibi (tabii bir de hemen yanınızda kulaç atan 60’lı yaşlarında bir Alman çift var, gergin gergin konuşuyorlar).
Birkaç kulaç ve dipten kum çıkarma hareketlerinden sonra kendinize gelince, transfer haberlerini yorumluyorsunuz, kendinize tam manasıyla gelmişsiniz yani. Zaten, eşek gibi içtikten sonra 4 saatlik uykuyla kalkıp uzunca bir süre yürüdüyseniz, o denizi hak etmişsinizdir.

---
Bir yaz gecesi Giresun’daysanız, bira/rakı içerken gökyüzüne bakmanın ayrı bir nedeni vardır, yarınki havayı merak ediyorsunuzdur. Ona göre gideceksiniz çünkü denize. Ege’de Akdeniz’de istisnai olarak denize giremezsiniz; Karadeniz’de istisnai olarak girersiniz. Giresun’a artık sadece tatil için gidiyorsanız da, “inşallah hava iyi olur da denize girebiliriz” dersiniz. Hava durumuna bakarak bavula deniz şortunu/mayoyu/bikiniyi koyarsınız (bi’de mayokini diye bir şey çıkmıştı di mi). Tertemiz deniz için en az iki gün üst üste havanın çok iyi olması lazımdır. O üçüncü gün de Türkiye’nin en iyi suyuna girersin (tamam çok iddialı olmasın, en iyi sularından biri diyelim). Tuzlu Akdeniz’den sonra Karadeniz’in suyunu bardağa koyup içesin gelir.

Giresun’da sahil yollarının ırzına geçilmeden önce sıra sıra plajlar vardı. Şimdi tek tük… Yaman Plajı vardı örneğin, yoklama alınıyormuş gibi her gün giderdik, hava güzel olsun olmasın. En kötü ihtimal, top oynardık zaten orada. Okey filan oynardık. Hayatımda çifte gidip oyun bitirdiğim tek yerdir Yaman Plajı.
Kumsalda futbol oynamak hayatta en keyif veren şeylerden. Belki de Brezilyalıların futbolunu sevme ve sevdirme nedeni budur. Çoğu futbolu kumsallarda öğrendiğinden, daha bir keyif alarak ve keyif vererek oynarlar. Üzerinizde sadece deniz şortunuz olduğu ve yer de kumsal olduğu için çok rahat atlayıp zıplarsınız, cengaver gibi atılırsınız topa. Bazen kum sizi yanıltır, ancak o da ayrı bir keyif verir maçlara. Rakibe kayarak müdahaleler, kademeye girmeler, adam eksiltmeler daha bir güzel ve anlamlı olur kumsalda.

Ama en keyifli tarafı, maçtan hemen sonra belki de maçta bile atmadığın deparla denize girmektir. Yenen, yenilen herkes denize koşar. Orada bir anda “galiptir, bu yolda mağlup” oluverir.
Futbolunu oynuyorsun, keyfini aldın, kumda koşmak yorucu olduğu için daha da yoruldun; maç bittikten sonra artık denizin soğuk suyunu hak ettin. Yensen de, yenilsen de…

---
Bu iki olayda denizi hak etmek tamam, ancak yine de kimseye haksızlık etmeyelim, “her insan denizi hak eder” (güzel söz diye tırnak içine aldım, yoksa alıntı değil). Ancak denizi hak edip de görebilenlerin yanında, denizi göremeyenler de vardır ki Sabahattin Ali, "Sabahattin sana söylüyorum, şiirimi okuyanlar siz anlayın" misali, “Görmesen bile denizi / yukarıya çevir gözü / deniz gibidir gökyüzü / aldırma gönül aldırma” demiştir Sinop Cezaevi’ndeyken.

Tabii burada gökyüzüne haksızlık etmeyelim; “deniz yok, gökyüzü ile idare et” demeyelim. Gökyüzü denizden daha büyüktür. Hem coğrafya bakımından, hem genel bakımından. Büyük şehirlerimizde denizi görmek büyük bir lüks olduğu gibi, gökyüzünü görmek de ülkemizdeki “inşaat ya resulullah” prensibinden dolayı iyice zorlaştı.

---

Denize girmek veya denizi görmek mutluluk vericiyse, deniz olmayı varın siz düşünün. Nazım Hikmet de buna işaret etmiş zaten:

“Denizin üstünde ala bulut / yüzünde gümüş gemi / içinde sarı balık / dibinde mavi yosun /
kıyıda bir çıplak adam / durmuş düşünür / bulut mu olsam gemi mi yoksa / yosun mu olsam balık mı yoksa / ne o ne o ne o / deniz olunmalı oğlum / bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla”…
---

Osuruktan bir ülkede yaşıyoruz ama, neyse ki girilebilecek denizimiz var, neyse ki görülebilecek denizimiz var diyebiliyoruz galiba; her şey bir tarafa, Sabahattin Ali’miz var, Nazım Hikmet’imiz var diyebiliyoruz.
Bununla birlikte; Sabahattin Ali ve Nazım Hikmet'i vatan haini belleyen, Sabahattin Ali'yi öldürten, Nazım Hikmet'i kaçırtan devletimiz de var. “Uğruna ölmemiz gerektiğinin söylendiği” devlet...

Belki de denizi tek hak etmeyen o; ama bu durumda da olan bize oluyor, o ayrı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder