fiko

Haftanın Konusu

Yeni konumuz "Hayır, hayır, hayır... Kime söylüyorum ki şarkıyı?'. Bu kez her şey çok basit: ya evet diyeceksiniz, ya hayır...

28 Haziran 2015 Pazar

Emekçi Oğlu Emekçi


Sıradan bir ailenin, sıradan bir oğluydu Murat. Babası kapıcı, annesi gündelikçiydi. Abisi Remzi ise o doğduğunda 9 yaşındaydı. Anası babası severdi de, özel bir çocuk değildi işte. Doğumu büyük bir heyecanla beklenmemişti. Başlarını soktukları kapıcı dairesinde, tanıdık bir ebe doğurtmuştu onu. Ebe dediğimiz de, tıbbi eğitimi olan birey değil; o mahallede başka bir apartmanın kapıcısının karısı. Tek artısı tecrübe. Bir şey olursa hem 4. Katta Mazhar Bey vardı, doktor. Nispeten iyi biriydi, yardımı dokunurdu. Neyse ki bir problem olmadı doğumda. Doğduktan 15 dakika sonra, 6. kattaki Rüştü Bey, viski aldırmak için babasını çağırdı. 20 dakika sonra gitti babası, "Kusura kalma beyim, çocuğum oldu az önce, o yüzden geç kaldım." dedi. "Sokturma çocuğuna, sen niye buradasın, hizmet etmek için. Al şu parayı, git bana viski kap." dedi alkolik şerefsiz Rüştü. Doğumu bile küfür yedirtmişti babasına.

Bir kapıcı çocuğunun yaşayabileceği hayattan farklı bir hayat yaşamadı. Süslü oyuncakları, güzel çikolataları olmadı. Kıyafetleri genelde apartmanda yaşayan çocukların eskileriydi. Apartmanın ender, iyi kalpli annelerinin yaptığı bağışlardı. Oyun arkadaşları, diğer apartmanların kapıcılarının çocuklarıydı. Aksi olamazdı zaten. Durumu iyi çocukların Mikasa toplarını patlatsa, babası da ona patlatırdı. Aslında babasından okkalı bir dayak yemedi, en fazla birkaç tokat. Abisi asiydi, çok dayak yemişti babasından; Murat ise usluydu. Dayak yememe sebebi usluluğu muydu; yoksa abisinden dayak yemeye sıra gelmemesi miydi, kimse bilemez.

Murat 8’indeyken babasını akciğer kanserinden kaybetti. E tabii, kovuldular evden, sonuçta kapıcı dairesinde kapıcı yaşar. Yeni kapıcı da elbette o dairede kalacaktı. Topladı annesi eşyaları, daha küçük bir şehirde yaşayan teyzesinin yanına gittiler. Küçük bir evi vardı teyzesinin, alışması zor olmadı. Büyük bir evde yaşamamıştı zaten hiç. Teyzesi emekli maaşını onlarla paylaşıyor, annesi evlere temizliğe gidiyor, bu şekilde geçinip gidiyorlardı. Murat okula devam ediyor; abisiyse okulu bırakmış, sanayide işe girmişti. Pek muhabbeti yoktu evdekilerle, sabah evden çıkar, akşam gelir, yemek yer, uyurdu. Remzi mutlu değildi küçük yerde yaşamaktan. Bir şekilde para biriktirip, büyük şehre gitmekti planı.

Murat 14 yaşına geldiğinde annesini kaybetti. Kadıncağız, kocasının ölümünden sonra 10 yaş yaşlanmıştı zaten neredeyse. Fizik gücü isteyen işine, bitkin vücudu bu kadar dayanabilmişti. Remzi, kendini buraya bağlayan hiçbir şey kalmadığını düşünerek evi terk etti. O günden sonra ne teyzesi ne de Murat haber alabildi ondan.

Ergenliğe yeni girmiş, baba ve anne ölümüyle yüz yüze, bitik bir haldeydi Murat. En büyük şansı teyzesiydi. Hiç evlenmemiş, çocuğu olmayan bu kadın; ona, belki de bir annenin duyabileceği sevgiden fazla sevgi duyuyordu.

Hepimizin dile getirdiği klişe sözler vardır, büyük zorluklar içinden gelip büyük başarılar kazanmış insanlara bakıp, küçük bir “Helal olsun.” der geçeriz mesela. Büyük zorluklar içinden gelip, büyük başarılar kazanmayan ama hayatına devam eden insanlaraysa pek bir şey söylemeyiz genelde. “Eee, ne var bunda?” diye düşünürüz, ne kadar zor olduğunu bilmeden. Bu zorluklar içinde yetişene saygıyı ender duyarız zaten de; yetiştiren pek aklımıza gelmez. İşte teyzesi, bu yüzden onun en büyük şansıydı. Anası babası ölmüş bir çocuğu, kalan tek akrabası olarak, sadece emekli aylığıyla nasıl büyütebilirsin? Kirası, faturası, yol parası, mutfak masrafı, temizlik masrafı, boku püsürü… Nasıl yettirirsin? Nasıl mümkün olur? Murat’ı eve ek gelir getirsin diye sanayiye vermedi, hiçbir işte çalıştırmadı. Bir gün olsun “Bu ay sonunu görür müyüz?” endişesini Murat’a yaşatmadı. Murat arsız bir çocuk değildi, saçma isteklerde bulunmazdı; ama canı küçük de olsa bir şey istediğinde, teyzesi ona hep sağlardı. Temiz kalbin, iyi niyetin, sonsuz sevginin timsaliydi adeta.

Murat liseyi bitirdi, iş başvurusu yapmaya başladı. Üniversiteye gitmek gibi bir planı yoktu, okumayı çok seviyordu; ancak öyle bir masrafın altından kalkma imkanları yoktu. Gariban bir çocuktu; ama eyvallahı yoktu. İş hayatına girince - ki bu sandığınız business life değil; bela sikmek odaklı bir konsept. Bugünün mobbingleri, o günün lütufları - kafayı yiyecek  duruma geldiği çok oldu. Kafa attığı da çok oldu. Başlarda ona para vermeyi taahhüt eden işverenin, toplumun genelinde en büyük göt veren olduğunu anladı.

Usta – çırak işlerinde çalıştı önceleri. Ancak eline belli bir para geçmiyordu. Her ay değişiyordu. Sözleşmeyle çalışacağı bir işe geçmeye karar verdi. Sözleşme şartlarında uyulan tek şeyin eline geçen para olduğunu görüyordu. Mesai mesela hiç 5’te bitmiyordu öyle yazmasına rağmen. “Aman neyse, param yatıyor nasıl olsa, gerekirse fazla çalışayım.” mantığı ona göre değildi. Herkes o mantıktayken, o insanlara bunun yanlış olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Diğerleri ona hak veriyor; ancak öyle bir hareket yaparlarsa işlerinden olacaklarını söylüyorlardı. Sömürüldüğünü hissettiği her an, işverene gidip isyan eden bir insandı. O yüzden zaten çok kafa attı, çok kafa yedi, yeri geldi bıçak yedi. Yaklaşık 15 farklı iş tecrübesinden sonra, bir sağlık kurumunda hasta kayıt bölümünde işe girdi. İlk defa 5’te biten bir işi vardı, söz verildiği gibi. Maaşı ne söylendiyse o şekilde eline geçiyordu. Çalışan insanlarla arası fena değildi. Huzurun ne olduğu hakkında çok bir fikri yoktu; ama buna yakın bir şey olmalıydı. Kafa atmaya ara sıra devam ediyordu. Bu onun vazgeçemediği bir şey değildi aslında. Hak edene atıyordu sadece. Artistlik yapan, çakallık yapan, hakaret eden hasta ve hasta yakınlarına kafa atmaktan imtina etmiyordu.

Murat bir işçiydi, siyasi görüş olarak önceliği de işçi haklarıydı. İşçiye değer verdiğini söyleyen, adını işçiden alan bir partiye oy veriyordu. Onların yayınlarına abone oluyor, hatta onların devamlılığı için kazandığı 5 kuruş paranın 3 kuruşunu onlara bağışlıyordu. “Gün olacak, devran dönecek.” diyordu. Ondan fazla maaş alan insanların hakkını o savunuyordu. Biliyordu, kömür işçiliği zordur, tehlikelidir, çalışmıştı çünkü. Amelelik zordur, biliyordu. Daha pek çok farklı emekçiliğin zor olduğunu biliyordu, daha iyi ve daha sağlıklı şartların sunulmasının gerekliliğini çevresine anlatmaya çalışıyordu. Etki alanı dar olduğundan ötürü, cebindeki 3 kuruşu bunları söylesinler diye partiye veriyordu. Ancak Murat’ın çevresi ne kadar darsa, o partinin de ulaşabildiği kitle o kadar azdı; ülkede en yaygın sınıf işçi sınıfı olmasına rağmen.

Evlenmedi Murat, teyzesiyle yaşadı hep. Ayrı eve çıkabilecek kadar para biriktirdi, ama yapmadı. Onunla mutluydu. 34 yaşına geldiğinde, teyzesini kaybetti. Hayatının en büyük üzüntüsünü o zaman yaşadı. O günden beri de, pek gülmedi, hala gülmüyor. Yüzünü tekrar güldürebilecek tek ihtimal olduğunu düşünüyor, o da işçi devrimi. Umudunu kaybetmedi hiç, bir gün tüm emekçilerin hakkını alacağına inandı hep. Göremedi henüz, göremeyecek de; gülemedi henüz, gülemeyecek de…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder