fiko

Haftanın Konusu

Yeni konumuz "Hayır, hayır, hayır... Kime söylüyorum ki şarkıyı?'. Bu kez her şey çok basit: ya evet diyeceksiniz, ya hayır...

28 Haziran 2015 Pazar

Şu Yaptığınız İş Değil!


Öncelikle Aylaklar’dan özür dilemem gerekiyor. Çünkü bu konuyu 1 Mayıs’ta yazmak için sözleşmiştik. Ancak ben yazmadım. Yazamadım diyemiyorum, insan oturur yazar di mi? İnsan değilim çünkü. Her ne kadar işten güçten yazamamış olsam da, "kendime göre haklı gerekçelerim var" diye de ş’apamıyorum. Haklı değilim, biliyorum. Özür dilerim yani.

Konumuz iş, malum. İşten güçten yazamadığımı da belirttiğime göre, dalacağım doğrudan konuya. Hem de ağız burun dalacağım.

İş dediğimiz şey, para kazanma yolu olarak kullanılıyor artık sadece. İnsanoğlunun dini imanı para olmuş. Para kazanmadığın bir şey ile ilgileniyorsan, ona iş demiyor kimse. Hobi diyor, meşgale diyor, bıdo diyor, gomiş diyor… Ben de diyorum ki kardeşim, bu kadar paraya endeksli olmasın her şey. Emre Belözoğlu’ya bağlamadan söyleyeyim, bu dünyada para büyük ihtiyaç, tamam kabul. Ama yani, mümkün değil mi para ve türevleri olmadan bir hayat. Öbür tarafta mümkün olacak o ayrı, ama bu tarafta da paranın o kadar da önemli olmadığı bir yaşam düzeni kurulamaz mı? Cevap veriyorum, kurulamaz. En fazla arkadaş ortamında bunu ortadan kaldırırsın ya da çocuklarını öyle yetiştirirsin, ne bileyim, küçük bir çevrede ancak bunu mümkün hale getirebilirsin. Herkes evinin önünü süpürse, yine bir nebze para haricinde bir amaç uğruna yaşanılabilir gibi geliyor. Bu ihtiyacı ortadan kaldıracak iradede insanlar da var ama, onlar da eser miktarda. Gerçi o insanların da bir kısmı para dışında bir şey ile üstünlük kuruyorlardır. Para olmasa da, yine buluyorlardır tapacak, güç alacak bir şey. Yoksa Allah belasını versin işin de gücün de… Yazamadım işte o yüzden…

Küçüklüğüm anneannemlerde geçti benim. Büyüklüğüm de onlarda geçti diyebilirim. Sınavlar sonrası üniversiteden memlekete, Kayseri’ye, döndüğüm zamanlar hep anneannemlere gittim mesela. Hala da öyle yaparım, önce anneannemler… Küçükken beni anneannemin doğurduğunu söylerdim. İnanırdım da buna… Anneannem, dedem, iki teyzem ve dayım… Onlarla büyüdüm, onlar büyüttü beni. Hepsinden bir şey öğrendim, hepsini ayrı sevdim, hepsine ayrı hayrandım. Ki şimdi de aynen devam ediyor bütün bunlar. Dayım başkaydı ama… İdol gibiydi, her yaptığı şey doğru gibiydi, farklıydı her şeyiyle… Öyle farklıydı ki, daha sonra kimi öyle çok sevsem, ona benzetirdim. Birinde rüyamda Hakan Şükür’le top oynuyorduk mesela, ama yüzü tipi falan dayımdı. Çok severdim Hakan Şükür’ü. Kardeşimin adı Hakan (Şükür) ya da Okan (Buruk) olsun demiştim 1993’te doğduğunda. 5 yaşında bu sevgi nasıl oluyorsa artık insanın içinde, öyleydi. Sonra yine rüyamda Hz. Muhammed’in öldüğünü öğreniyordum, cenazesi falan vardı. Korkunç bir kalabalık vardı. Deli gibi ağlıyordum. Bu kadar üzülmez insan. Sonra dayımı göremedim etrafta. Biliyordum, peygamber efendimiz ölmüştü ama dayım mıydı acaba diye düşündüm. İkisini birleştirmiş bilinçaltım. O seviyededir yani dayım gözümde. Erciyes’i de dayıma benzetirim ben. Erciyes öyle heybetli ve güzeldir ki. Korku değildir onun heybetinin hissettirdiği duygu. Güven verir, huzur verir. “İnsanların eski dönemlerde dağlara taptığı kadar var.” dedirtecek türden bir dağdır Erciyes. Erciyes’i de dayıma benzetirdim işte ben. Büyüyünce ne olacaksın dediklerinde ben, “doktor olacağım” diyordum. Dayım doktordu çünkü. Kaan’a (kardeşim) sorulduğunda da “dayı olacağım!!” diyordu. İkimiz de dayı olamayacağız, iki erkek kardeş olduğumuzdan dolayı. Doktorluk kısmı da, ancak hukuk doktoru işte, doktora bitince o da. Yoksa üniversitede çok gittim tıp fakültesinde derslere falan, öyle olmuyor. Tezimi de tıp hukukunda yazdım ama nafile.

Benim gözümde en anlamlı meslekler, öğretmenlik, avukatlık ve hekimlik hakikaten. Öğretmenliğe bu yazıda değinmeyeceğim ama avukatlık ve hekimliğe baktığımda, birinde başkasının hakkını arıyor ve savunuyor olmak, diğerinde ise başkasının fiziksel ve ruhsal sağlığını daha iyi hale getirmek ya da hayatını kurtarmak ayrı bir değerli benim için. Toplumda da bu iki meslek çok değerli görülüyor. Ancak bu daha çok maddi sebeplere dayanıyor. Yani, avukat ve hekim, “iyi para” kazandığı için önemli toplum için. İnsanların hukuk fakültesini ya da tıp fakültesini tercih etmelerinin ana sebebi, mezun olduktan sonra “iyi para” kazanabilecek olmaları genellikle.  Bana bu doğru gelmiyor ama. Zaten bu iki meslek, esasen “şeref mesleği” ya da “onur mesleği” olarak sayılıyormuş önceden. En önemlisi, para karşılığı yapılmıyormuş bu meslekler. Hatta bu işleri para karşılığında yapmak yasak olmakla birlikte, bu şekilde iş yürütenler cezalandırılıyorlarmış ve bu durum işin özüne aykırı olarak değerlendiriliyormuş. Tabii bu durum, şeref ve onurun semt adı olduğu günümüz sisteminde ahmaklık ve enayilik olarak değerlendiriyor. Para olmayacaksa niye yapılsın ki diye düşünülüyor falan filan işte. Ben dayımdan dolayı doktor olacağım demiştim. Para ya da meslek olarak hekimlik aklımın ucunda bile değildi. Lisedeki fizik öğretmenini sevmediğimden ve Türkçe sorularını çok rahat çözdüğümden eşit ağırlıkçı oldum. Çalışkan olduğumdan hukukçu oldum. Sistem ve şartlar böyle olmasa, bunların hiçbiri olmaz, futbolcu ya da müzisyen olurdum. ("Gerçi o işlerde de iyi para var." diyenler olur şimdi. Baştan bi’ daha okusun onlar yazıyı. Ya da ne biliim, okumasınlar hatta. Bak sağ üst köşede çarpı var, kırmızı, ona basıp siktir olup gitsinler.)

Toparlayayım ufaktan. Artık toplum parayı almış merkeze, etrafında dönüp duruyor. Para kazanmak için köle oluyorsun. Para kazandığın için kendini güçlü ve özgür zannediyorsun, ama daha da köle oluyorsun. Paran kadar konuşabiliyorsun (bana göre konuşabileceğini zannediyorsun), paran kadar söz sahibisin (bana göre söz sahibi olabileceğini zannediyorsun). Paran varsa güçlüsün (Sen öyle san!), paran varsa mutlusun (Ahahahaha!), paran varsa yaşıyorsun (Hayatını sikiiim!)… Genel algı bu. Ancak bu, bir doğru değil, yalnızca bir mecburiyet ve hatta bir yanılgı. Yani, ancak mevcut sistem içerisinde böyle bir “doğru”ya ulaşılabilir. Yoksa TÜSİAD ve benzeri organizasyonların her haltta kendilerini söz sahibi görmelerinin başka bir açıklaması olamaz. Yoksa işadamı diye adlandırılan kimselerin ya da devlet denen organizasyonların, her türlü sömürüyü yapmalarına rağmen, insanlara ekmek parası verdiklerini söyleyerek böbürlenmelerinin başka türlü bir sistemde haklı yanı olamaz. Yoksa sadece makamdan ve mevkiden güç alan makam mevki sahibi insanların “büyük adam” olarak nitelendirilmeleri mümkün olamaz. Bana göre, “Paran varsa var, gücün varsa var! Sokiim sana da, parana da, gücüne de!” diyen, gücünü maddiyattan değil maneviyattan alan Yaşar Ustalar her zaman daha büyük. Ki onların da güçlü olma ya da büyük olma gibi dertleri de yok eminim. Sözü Yaşar Usta’ya bırakıyorum. Saygıyla…

“Bak beyim! Sana iki çift lafım var. Koskoca adamsın. Paran var, pulun var, her şeyin var. Binlerce kişi çalışıyor emrinde. Yakışır mı sana ekmekle oynamak? Yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu karda kışta sokağa atmak, aç bırakmak? Ama nasıl yakışmaz? Sen değil misin öz kızına bile acımayan, bir damlacık saadeti çok gören? Anlamıyor musun beyim, bu çocuklar birbirini seviyor. Ama ben boşuna konuşuyorum. Sevgiyi tanımayan adama sevgiyi anlatmaya çalışıyorum. Hıh! Sen büyük patron, milyarder, para babası, fabrikalar sahibi Saim Bey. Sen mi büyüksün? Hayır, ben büyüğüm, ben, Yaşar Usta. Sen benim yanımda bir hiçsin, anlıyor musun, bir hiç! Gözümde pul kadar bile değerin yok. Ama şunu iyi bil, ne oğluma ne de gelinime hiçbir şey yapamayacaksın. Yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, mağlup edemeyeceksin bizi. Çünkü biz birbirimize parayla pulla değil, sevgiyle bağlıyız. Bizler birbirimizi seviyoruz. Biz bir aileyiz. Biz güzel bir aileyiz. Bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun? Dokunma artık aileme, dokunma çocuklarıma, dokunma oğluma, dokunma gelinime. Eğer onların kılına zarar gelirse ben, ömründe bir karıncayı bile incitmemiş olan ben, Yaşar Usta, hiç düşünmeden çeker vururum seni! Anlıyor musun? Vururum ve dönüp arkama bakmam bile!”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder