fiko

Haftanın Konusu

Yeni konumuz "Hayır, hayır, hayır... Kime söylüyorum ki şarkıyı?'. Bu kez her şey çok basit: ya evet diyeceksiniz, ya hayır...

23 Temmuz 2016 Cumartesi

Yalnız ve Güzel Ülkem...



Türkiye Cumhuriyeti…

Kendisi ile ilgili hissiyatımı en iyi yansıtan, Nuri Bilge Ceylan'ın ifadesi ile, yalnız ve güzel ülkem…

Ülkece alışkanlık haline getirdiğimiz zor günlerden geçme faaliyetlerinden biri daha yaşanıyor. Zannediyorum ki bu zor günlerden, benim yaş grubumda olan insanlar için en önemlisi ve en büyüğü, 15 Temmuz Askeri Darbe Girişimi.

15 Temmuz gecesi, Genelkurmay Başkanlığı’nda yaşanan rehin alma ve çatışma olaylarına ilişkin tweetleri okuduğumda, bu ülke vatandaşı olarak her tür garipliğe enteresan bir biçimde alışkın olduğumuz için, “Lan böyle böyle olmuş!”, “Vay arkadaş!”, “Cemaatçi askerler diyor da, tweeti atan adama da güvenilmez ki...”, “IŞİD de olabilir?” vs. şeklinde konuşmalar yaşadık yakın arkadaşlarımla. 10-15 dakika içerisinde Beylerbeyi sahilden geçen tanklar ve Boğaziçi Köprüsü üzerindeki askeri araçlar ile ilgili görseller gelmeye başladığında ise, olayın ‘her zamanki’ diye adlandırmaktan hicap duyduğum olaylardan daha farklı boyutta yaşandığını fark ettik. Bunun üzerine, olayları daha yakın takip etmek için müzik dinlediğimiz yerden ayrılıp evlere geçelim dedik. 

Yoldayken, sosyal medya ve radyo üzerinden gelen bilgilerin değişmesi gibi, konuşmalarımızın içeriği de değişmişti. “Ne darbesi lan!”, “Bu saatte darbe mi olur?”, “Bu yüzyılda darbe mi olur?” gibi içinde darbe geçen ama henüz kabullenemediğimiz cümleler kuruyorduk. Hadi saatini geçtim, hakikaten ne darbesiydi lan bu yüzyılda. Sosyal hayatın neredeyse hiç olmadığı, olan kısmının da tekdüze ‘kafe’lerde çay-kahve içmenin ötesine gitmediği Kayseri ilgili, “Orta Doğu’ya böyle yerler çok bile ya!” diye dalga geçtiğimiz Orta Doğu muyduk yoksa? Hayır, olamazdık! Olamazdık da değil hatta. Değildik! Ne darbesi lan?

Benzinliklerde saat 22.45’te olmayacak türden yoğunluk vardı. “Un da alalım anasını satiim..” muhabbeti yapıyorduk yine geyik ayağına, ama gülmüyorduk. Yakınlarımızı arıyorduk. Durumdan haberdar olanların durumlarını sormak, duymayanlara duyurmak için. Bir taraftan da yine sosyal medyayı takip ediyorduk. İzlediğimiz kısa videolara göre, darbeydi sanki. Alenen söylüyordu bir asker, “TSK yönetime el koydu.” diye. Biz de koyuyorduk bi’ şeyler sözlü olarak. Ama hala inanamıyorduk gerçek olduğuna. Evlere geldik.

Haber kanallarında başbakanın açıklaması vardı, ‘TSK içerisinde bir kalkışma’ olduğu söyleyen. Zorunlu askerliği vatani hizmet diye kutsallaştıran zihniyeti, silah kullanmayı, zamanında Askerlik Şube Başkanlığı makamında oturan kişi ile ‘vicdani ret’ meselesini neredeyse birbirimize dalacak seviyede tartışan biri olarak kabullenemiyordum. Ülkemin, devletimin Genelkurmay Başkanı rehin alınmıştı. Hiçbir siyasi partiye sempati dahi duymayan, hatta hepsinden iğrenen biri olarak, sırf elinde silah olduğu için siyasi bir hareket içerisine girmeye hakkı olduğunu düşünen birtakım insanların var olmasına isyan ediyordum. Whatsapp gruplarında, “Oturacak mıyız mal gibi?”, “Kim lan bunlar?”, “Bi’ şey yapabiliyor olmamız lazım.” şeklinde konuşmalar geçiyordu. Cumhurbaşkanı henüz ortada yoktu. 80 darbesini yaşayanlar, “Darbe olsa pencereden kafanı uzatamazsın, televizyonlar böyle yayın yapamaz.” tarzı konuşmalar yaparken, ben evde tutamıyordum kendimi. Çıksak ne yapacaktık? Nereye çıkacaktık? Taşınabilir şarj aletini ve Türk Bayrağı’nı yanıma alıp sokağa çıkmak dışında bir şey gelmiyordu aklıma. Cumhurbaşkanı açıklama yapacak yazıyordu televizyonda. İzlediğim görüntüler, darbenin ya da darbe girişiminin varlığını gösteriyordu. Duramıyordum. Nerede, kimle, nasıl buluşacağımızı konuştuk. “Boş çıkmayalım.” diyenler vardı. Sanki ne alacaktıysak yanımıza, en fazla evdeki ekmek bıçağı. “Sakın!” dedik.  Cumhurbaşkanının bir odada, cep telefonuyla görüntülü konuşma yapmak zorunda kaldığı bir ortam vardı. Dönemin başbakanı olarak icraatları, kişiliği, insanlığı falan aklımın ucuna bile gelmiyordu. Ülkemin, devletimin cumhurbaşkanı da bu durumdaysa artık düşünecek bir şey olamazdı. Olmadı da zaten.

Evlerde kalan arkadaşlarla aramızda “Erdoğan – Gülen çatışmasında ne işin var?” temelinde konuşmalar geçiyordu, aynı anlarda insanların üzerinden tanklar geçerken. Konuyu kişiler üzerinden değil, ilkeler üzerinden değerlendirme yanlısı olduğumu anlatıyordum. Çocuklarıma anlatamazdım “Darbe olurken evde oturdum.” diye. Çocukları geçtim, kendime anlatamazdım. Gezi Parkı zamanında da öyleydi. En yakınlarımla o gün de, 15 Temmuz’da da çok ciddi tartışmalara girdim. Gezi’de sokakta olan herkesi terörist ilan etmekle, 15 Temmuz’da sokakta olan herkesi Erdoğancı ilan etmenin aynı düşünce yapısının ürünü olduğu üzerine konuştuk. Hala konuşuyoruz ve konuşmaya da devam edeceğiz eminim. Çünkü ben de dahil hiçbirimiz, tam manası ile bireyselliğin önemini ve gücünü idrak edebilmiş insanlar değiliz maalesef. Bunun da bulunduğumuz coğrafyadan aldığımız eğitime, içinde bulunduğumuz toplumdan yaşadığımız hayat standartlarına birçok nedeni var. O yüzden konuşacağız. Konuşalım zaten, kötü değil bu. Konuşalım, yaşayalım ki öğrenelim. Yeter ki güzellik olsun özde.

İnternet çok yavaş olduğu için TBMM’nin bombalanmasından, TRT’deki bildiriden, CNN Türk ve DIGITURK baskınlarından, çatışmalardan, ölümlerden haberimiz olmamıştı kalabalıktan ayrılıp eve dönene kadar. Sokakta olduğum için kaybettiğim tek şey bunları anında öğrenememiş olmak oldu. 

Sonraki günler, günlük hayatıma devam ettim, geceleri rahat uyuyabilmek ve gördüğüm kabuslar dışında. Korkudan bahsetmiyorum ya da huzursuzluktan. İçim acıdığından uyuyamadım. Hala da öyle. 

Uluslararası manada analizler yapabilecek donanıma sahip değilim, şu halde darbenin iç siyasete dair sonuçlarını falan konuşmak da yersiz bana göre. Acımızı yaşayıp geleceğe dair ideallerimizi gerçekleştirmek için mücadele etmek dışında bir şey düşünemiyorum maalesef.

Sonuç olarak; insafsız, insani düşünceye sahip olmayan, cahil ve ruhları satılmış yaratıklar sebebiyle masum ve silahsız insanların, menfaat gütmeden inanan ve bu şekilde inandığı şeyler uğruna canını vermekten kaçınmayan insanların hayatlarının nasıl son bulduğuna bir kez daha şahit olduk. Yazının başlarında da söylediğim gibi içim acıyarak yazıyorum ama, maalesef ‘her zamanki gibi’. Daha sonraki günlerde izlediğim onlarca, belki yüzlerce görüntü, bir taraftan umut olurken yaşamak için, bir taraftan da insanca yaşayamadığımız için umutsuzluk getirdi ‘her zamanki gibi’.

Her ne yaşanırsa yaşansın, biliyorum, bitmeyecek içimdeki inanç. Biliyorum, inancımı kıracak olaylar da bitmeyecek. Ama biliyorum, iyilik ve güzellik kazanacak en sonunda, ‘her zamanki gibi’.

Yazının sonunda, konunun devlet olduğu her an rehber esas aldığım Mustafa Kemal Atatürk’ün millet, inanç, başarı ve ordu ile ilgili, 15 Temmuz Darbe Girişimi'ni de birlikte değerlendirebileceğimiz sözlerini paylaşmak istiyorum. 

Ülkemizin ve milletimizin başı sağolsun.

“Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ordusu, istilalar yapmak veya saltanatlar kurmak için şunun, bunun elinde ihtiras aleti olmaktan münezzehtir. İnsanca ve müstakil yaşamaktan başka gayesi olmayan milletin, aynı ideale bağlı ve yalnız onun emrine tabi ve sadık, öz evlatlarından mürekkep muhterem ve kuvvetli bir heyettir.”

“Bir millet, mevcudiyet ve istiklalini temin için kabili tasavvur olan teşebbüs ve fedakarlığı yaptıktan sonra muvaffak olur. Ya muvaffak olamazsa demek, o milletin ölmüş olduğuna hükmetmek demektir. Binaenaleyh millet, berhayat oldukça ve teşebbüsat-ı fedakaranesine devam eyledikçe adem-i muvaffakiyet mevzuubahis olamaz.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder