"Aldanmak yaptığımız her işte şaşmaz yazgısı hepimizin. Her sabah parlak işler tasarlar, gün boyu budalalık ederim."
Voltaire
***
Bulunduğu oda, iki odanın
birleşiminden oluşan, salon gibi bir yerdi. İki odayı birbirinden ayıran, buzlu
camlı ahşap gövdeli, salonun ortasında iki yana açılan büyükçe kapılar vardı.
Bu kapılar genelde açık olurdu. Zaten salonun küçük odasına geçmek için başkaca
bir kapı yoktu. O odaya ya da salonun o kısmına gitmek için, oturduğu köşenin
tam çaprazındaki kapıyı kullanmak gerekiyordu. Odaya girenler, doğrudan onun
yanına gelirler; sonra kendi işlerine bakarlardı. O da, yüzünde eksik olmayan
içten gülümseme ile onlara karşılık verirdi. Oturduğu yerden odanın
içerisindeki her şeyi görür, gireni çıkanı göz ucuyla takip ederdi.
Odanın iki duvarını boydan boya
kapatan L şeklindeki demir sedirin tam köşesinde, her zamanki yerinde,
üzerinden çıkarmadığı mavi tulumu otururdu hep. Kollarının altında büyükçe bir
minderler dururdu. Elinden gazete düşmezdi. Çoğu zaman, bir kağıda ya da not
defterine kendince bir şeyler karalardı. Gazeteyi de, karaladığı kağıtları da
buruşturur atardı sonra. Bazen de tespih olurdu elinde, ondan çıkan sesi
severdi. Günlerini o köşede geçirirdi çoğunlukla.
Anlamaya çalışırdı olan biteni; pek
ses çıkarmadan…
Henüz, 4-5 aylıktı.
***
Futbolu çok seviyordu. Galatasaray
ya da Milli Takım yenildiğinde ateşlenir, hastaneye götürülürdü. Maç günleri,
sabah dokuzda kumandayı eline alıp, köşedeki yerini alırdı. Daha 3-4
yaşlarındayken, mahalle maçlarını duvarın üzerinden izler, anneannesi bu sayede
kolaylıkla yemek yedirebilirdi. Hiç itiraz etmezdi.
5-6 yaşlarına geldiğinde, sabah
akşam futbol maçlarını izliyor, gazetelerdeki yazıları okuyor, takım
kadrolarını defterine yazıyor, televizyon kanallarındaki 3-5 dakikalık spor
haberleri saatlerini ezbere biliyordu.
Mahalleli çocukların yüz tipi,
fiziği ve ten rengi nedeniyle Madida Abi dedikleri, kendinden 10 yaş kadar
büyük biri en iyi top oynayan kişiydi ona göre. Her iki ayağıyla da çok sert
şut çekebilirdi. O şutların o kadar sert olmasını, Madida Abi’nin sarı renkli,
markasının Mekap olduğunu sonradan öğrendiği ayakkabıya bağlıyordu. Kimse ayağından
top alamazdı. Çok iyi top oynardı Madida Abi.
Madida Abi severdi onu hep, “gel
sen de oyna hadi!” derdi. Kaleci olurdu hemen. Çok sert şutları çıkarırdı ya da
ona öyle gelirdi. “Acaba beni sevdiğinden mi gol atmıyor Madida Abi?” diye
düşünürdü.
Birinde, apartmanın bahçesinde top
oynayan çocukları izliyordu. Madida Abi, çok sert bir şut çekti. Top, apartman
girişindeki lambaya gelmiş ve lamba paramparça olmuştu. Herkes alelacele
kaçıştılar. Madida Abi’ye bakıyordu o. Kaçıyordu Madida Abi. Ne yapması
gerektiğini söyler diye bakıyordu Madida Abi’ye. Dönüp bakmamıştı bile Madida
Abi.
Bir anda ortadan kaybolan 8-10
kişilik grubu düşündü. Lambayı ve yerdeki cam parçalarını düşündü. Apartman
bahçesinden hiç çıkmamış olmasına rağmen, kendince büyük bir cesaretle bahçeden
dışarı çıktı yürüyerek. Sonra duvarın etrafında dolaştı. Bilmediği, görmediği
yerlerdi. Sonra sanki dışarıdan geliyormuşçasına bahçeye girdi yeniden. Eve
çıktı. Titriyordu korkudan. O kırmamıştı lambayı. Polis gelirse anlatacaktı her
şeyi. Madida Abi kırmıştı ve arkasına bile bakmadan kaçmıştı.
Anladı ki, Madida Abi bilerek yavaş
şut çekmiyordu ona. Hakikaten kurtarmıştı o şutları.
Ufak ufak anlamaya başlıyordu olanı
biteni. Kendince…
Henüz, 4-5 yaşlarındaydı.
***
Her gece, uyumadan önce, tamamlanan
günü düşünüyordu. Gün içinde ne düşündüğünü, ne hissettiğini düşünüyordu.
Analiz etmeye çalışıyordu, hissettiği ya da düşündüğü şeylerin hangi dönemdeki
hangi nedenlere dayandığını analiz etmeye çalışıyordu. Düşünüyordu, düşünüyordu,
anlamaya çalışıyordu.
Düşündüğü her şeyi yazdı. Sigmund
Freud’dan, James Joyce’tan, Italo Calvino’dan, Virginia Woolf’tan, Yusuf
Atılgan’dan bihaber bilinçakışı tekniğinden örnekler sunuyordu.
Var olup olmadığına bakmaksızın, her
şeyi yazdı. Düşündüğü düşünmediği, hissettiği hissetmediği, aklından ve içinden
geçen geçmeyen, geçer gibi olan ne varsa…
Kavramlara merak saldı. Kelimelere,
kelimelerin barındırdığı anlamlara. Anlamları anlamlandırmaya çalıştı.
Düşünceleri, özü, hissiyatı, gerçeği anlamaya çalıştı.
Anlıyordu yavaştan. Kendini sadece…
Henüz, 15-16 yaşlarındaydı.
***
Yazdığı her şeyi, bilgisayara
geçirmişti. Onca düşünceyi, onca hissiyatı, CTRL+F ile bulma lüksüne sahip olmak
istemişti. Hayatta hiçbir şeyin istediği gibi olmayacağını anlayınca her şeyi
sildi bilgisayardan.
Defterlerini de yaktı.
Anlaşılmayacağını anlamıştı.
Henüz, 20-21 yaşlarındaydı.
***
Kendini anlayacağını düşündüğü,
anlayacağına inandığı insanları sevdi.
Anlaşılamayacağını bilmeden.
Anladı ki, anlayamayacak kimse
kimseyi.
Henüz, 24-25 yaşlarındaydı.
***
İnanmaya başladı yeniden
anlaşılacağına sonra yine.
Anlamamıştı hala demek ki.
Sonra anladı ki, anlayamayacak
kimse kimseyi.
İnançlarını yitirdi.
Henüz, 26-27 yaşındaydı.
***
Şu an yaşıyor.
29 falan şimdi.
***
Not: Anlamak isteyen buyursun.
"We never change, do we?
No.. No.."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder