fiko

Haftanın Konusu

Yeni konumuz "Hayır, hayır, hayır... Kime söylüyorum ki şarkıyı?'. Bu kez her şey çok basit: ya evet diyeceksiniz, ya hayır...

19 Mart 2017 Pazar

Hayır Yani, Anlamadım Şimdi...

"Aldanmak yaptığımız her işte şaşmaz yazgısı hepimizin. Her sabah parlak işler tasarlar, gün boyu budalalık ederim."
                                                                                                         Voltaire

***

Bulunduğu oda, iki odanın birleşiminden oluşan, salon gibi bir yerdi. İki odayı birbirinden ayıran, buzlu camlı ahşap gövdeli, salonun ortasında iki yana açılan büyükçe kapılar vardı. Bu kapılar genelde açık olurdu. Zaten salonun küçük odasına geçmek için başkaca bir kapı yoktu. O odaya ya da salonun o kısmına gitmek için, oturduğu köşenin tam çaprazındaki kapıyı kullanmak gerekiyordu. Odaya girenler, doğrudan onun yanına gelirler; sonra kendi işlerine bakarlardı. O da, yüzünde eksik olmayan içten gülümseme ile onlara karşılık verirdi. Oturduğu yerden odanın içerisindeki her şeyi görür, gireni çıkanı göz ucuyla takip ederdi.

Odanın iki duvarını boydan boya kapatan L şeklindeki demir sedirin tam köşesinde, her zamanki yerinde, üzerinden çıkarmadığı mavi tulumu otururdu hep. Kollarının altında büyükçe bir minderler dururdu. Elinden gazete düşmezdi. Çoğu zaman, bir kağıda ya da not defterine kendince bir şeyler karalardı. Gazeteyi de, karaladığı kağıtları da buruşturur atardı sonra. Bazen de tespih olurdu elinde, ondan çıkan sesi severdi. Günlerini o köşede geçirirdi çoğunlukla.

Anlamaya çalışırdı olan biteni; pek ses çıkarmadan…

Henüz, 4-5 aylıktı.

***

Futbolu çok seviyordu. Galatasaray ya da Milli Takım yenildiğinde ateşlenir, hastaneye götürülürdü. Maç günleri, sabah dokuzda kumandayı eline alıp, köşedeki yerini alırdı. Daha 3-4 yaşlarındayken, mahalle maçlarını duvarın üzerinden izler, anneannesi bu sayede kolaylıkla yemek yedirebilirdi. Hiç itiraz etmezdi.

5-6 yaşlarına geldiğinde, sabah akşam futbol maçlarını izliyor, gazetelerdeki yazıları okuyor, takım kadrolarını defterine yazıyor, televizyon kanallarındaki 3-5 dakikalık spor haberleri saatlerini ezbere biliyordu.

Mahalleli çocukların yüz tipi, fiziği ve ten rengi nedeniyle Madida Abi dedikleri, kendinden 10 yaş kadar büyük biri en iyi top oynayan kişiydi ona göre. Her iki ayağıyla da çok sert şut çekebilirdi. O şutların o kadar sert olmasını, Madida Abi’nin sarı renkli, markasının Mekap olduğunu sonradan öğrendiği ayakkabıya bağlıyordu. Kimse ayağından top alamazdı. Çok iyi top oynardı Madida Abi.
Madida Abi severdi onu hep, “gel sen de oyna hadi!” derdi. Kaleci olurdu hemen. Çok sert şutları çıkarırdı ya da ona öyle gelirdi. “Acaba beni sevdiğinden mi gol atmıyor Madida Abi?” diye düşünürdü.

Birinde, apartmanın bahçesinde top oynayan çocukları izliyordu. Madida Abi, çok sert bir şut çekti. Top, apartman girişindeki lambaya gelmiş ve lamba paramparça olmuştu. Herkes alelacele kaçıştılar. Madida Abi’ye bakıyordu o. Kaçıyordu Madida Abi. Ne yapması gerektiğini söyler diye bakıyordu Madida Abi’ye. Dönüp bakmamıştı bile Madida Abi.

Bir anda ortadan kaybolan 8-10 kişilik grubu düşündü. Lambayı ve yerdeki cam parçalarını düşündü. Apartman bahçesinden hiç çıkmamış olmasına rağmen, kendince büyük bir cesaretle bahçeden dışarı çıktı yürüyerek. Sonra duvarın etrafında dolaştı. Bilmediği, görmediği yerlerdi. Sonra sanki dışarıdan geliyormuşçasına bahçeye girdi yeniden. Eve çıktı. Titriyordu korkudan. O kırmamıştı lambayı. Polis gelirse anlatacaktı her şeyi. Madida Abi kırmıştı ve arkasına bile bakmadan kaçmıştı.

Anladı ki, Madida Abi bilerek yavaş şut çekmiyordu ona. Hakikaten kurtarmıştı o şutları.  

Ufak ufak anlamaya başlıyordu olanı biteni. Kendince…

Henüz, 4-5 yaşlarındaydı.

***

Her gece, uyumadan önce, tamamlanan günü düşünüyordu. Gün içinde ne düşündüğünü, ne hissettiğini düşünüyordu. Analiz etmeye çalışıyordu, hissettiği ya da düşündüğü şeylerin hangi dönemdeki hangi nedenlere dayandığını analiz etmeye çalışıyordu. Düşünüyordu, düşünüyordu, anlamaya çalışıyordu.

Düşündüğü her şeyi yazdı. Sigmund Freud’dan, James Joyce’tan, Italo Calvino’dan, Virginia Woolf’tan, Yusuf Atılgan’dan bihaber bilinçakışı tekniğinden örnekler sunuyordu.

Var olup olmadığına bakmaksızın, her şeyi yazdı. Düşündüğü düşünmediği, hissettiği hissetmediği, aklından ve içinden geçen geçmeyen, geçer gibi olan ne varsa…

Kavramlara merak saldı. Kelimelere, kelimelerin barındırdığı anlamlara. Anlamları anlamlandırmaya çalıştı. Düşünceleri, özü, hissiyatı, gerçeği anlamaya çalıştı.

Anlıyordu yavaştan. Kendini sadece…

Henüz, 15-16 yaşlarındaydı.

***

Yazdığı her şeyi, bilgisayara geçirmişti. Onca düşünceyi, onca hissiyatı, CTRL+F ile bulma lüksüne sahip olmak istemişti. Hayatta hiçbir şeyin istediği gibi olmayacağını anlayınca her şeyi sildi bilgisayardan.

Defterlerini de yaktı.

Anlaşılmayacağını anlamıştı.

Henüz, 20-21 yaşlarındaydı.

***

Kendini anlayacağını düşündüğü, anlayacağına inandığı insanları sevdi.

Anlaşılamayacağını bilmeden.

Anladı ki, anlayamayacak kimse kimseyi.

Henüz, 24-25 yaşlarındaydı.

***

İnanmaya başladı yeniden anlaşılacağına sonra yine.

Anlamamıştı hala demek ki.

Sonra anladı ki, anlayamayacak kimse kimseyi.

İnançlarını yitirdi.

Henüz, 26-27 yaşındaydı.

***

Şu an yaşıyor.

29 falan şimdi.

***

Not: Anlamak isteyen buyursun.
"We never change, do we?
  No.. No.."






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder