fiko

Haftanın Konusu

Yeni konumuz "Hayır, hayır, hayır... Kime söylüyorum ki şarkıyı?'. Bu kez her şey çok basit: ya evet diyeceksiniz, ya hayır...

2 Kasım 2015 Pazartesi

Keşkeli İyi ki


Tecrübe diye kabul edilen kavramın, hayattaki seçimler ve seçilmeler bütünü olduğuna inandım hep. Bürokratik veya kurallı işler için gerekli olan olaylarda tecrübenin önemini kabul etsem de; yaşamın özüne dair olaylarda tecrübeden faydalanmayı anlamlı bulmadım. Bahsettiğim elbette ki, içinde bulunulan zor durumun bir benzerini yaşamış birinin, bu durumun geçici olduğunu belirtmesi gibi bir şey değil. O benzer zor durumun nasıl atlatılacağına, ne yapılması gerektiğine ilişkin verilen tavsiyelerin doğruluğu ve geçerliliği konusunda olumsuz önyargıya sahibim. Nasıl ki iki olayın, birbirinin aynısı olması mümkün değilse; aynı olma ihtimalinde dahi taraflar farklı olduğu sürece verilecek tavsiyenin geçerliliği de anlamsız olacaktır. Genel ahlak denilen olgu, insanları, olaylara benzer tepki verme hususunda eğitmiş (aslında köreltmiş) olsa da; bireylerin farklılığı konunun özünde farklılık yaratacağı için tecrübeli olduğu iddia edilen kişinin vereceği tavsiye pek geçerlilik taşımayacaktır.

Günlük veya olağan olaylar dışında, kelime anlamıyla, seçmenin de seçilmenin de özü ego tatmini. Bir şeyin seçicisi olduğunuzda, onun geleceğinin şekillenmesinin tamamen dudağınızdan çıkacak lafa bakması, farkında olmasanız da içinizde müthiş bir özgüven patlamasına sebep oluyor. Yapacağınız seçim, sizin hayatınızı olumsuz yönde etkilese dahi, seçimi yapmış olmanın verdiği haz, etraflıca düşünüldüğünde müthiş tatmin edici bir duygu. Seçilmenin yaşattığı haz ise daha farklı ama; bir o kadar da yoğun. Seçmenin yaşattığı haz, çoğu zaman farkındalık oluşmadığı için anlaşılamaz olsa da; olumlu bir sonuç için seçilmiş olmanın yaşattığı haz, her zaman hissedilen yoğun bir gurur havuzu. Çoğunlukla, seçilmiş olmanın verdiği mutluluk duygusu, her zaman ulaşılmak istenen olsa da; bir durumun varlığını etkileyecek bir seçim yapma hissi, benim gözümde çok daha değerli ve çok daha arzu dolu.

Yaptığımız seçimlerin, sonuç odaklı olarak hep bir “keşke”si veya “iyi ki”si oluyor. Keşke dediğimiz sonuçlarda çoğunlukla kadercilik anlayışını seçerken; iyi ki dediğimiz sonuçlarda az önce söylediğim ego tatmini yolunu benimsiyoruz. Yaptığımız seçimin istediğimiz sonucu sağlaması halinde  zafer kazandığımızı düşünsek de, diğer seçeneği seçmiş olsak, yaşamın ne getireceği konusunda düşünmüyoruz. Keşkeyle sonuçlanan seçimlerde, diğer seçeneği seçseydik, istediğimiz sonuca ulaşmış olabileceğimizi düşlerken; iyi ki ile sonuçlanan seçimlerde, arka planla ilgilenmiyoruz dahi.  “Hangi tuvalet kağıdını alırsam, kalite açısından tatmin olurum?” gibisinden bir seçim değil bahsettiğim. Yaşamı hatrı sayılır sürece etkileyecek, çoğunlukla duyguya hitap eden olaylar.

Maddi anlamda sizi mutlu edecek bir iş görüşmesine gidip seçildiğiniz zaman, belki haklı olarak, zafer duygusu tüm bünyeyi sarıyor. Devamında da, bu işe girmemiş olma ihtimalinizi düşünerek “Aman, iyi ki oldu.” diyorsunuz, geleceğin ne getireceğini ve seçilmeme ihtimalinizde hayatınızın akışının nasıl olacağını tahayyül edemeden. Elbette bunu bilmek mümkün değil ve belki bu konuda kafa yormak gereksiz olabilir; ancak iyi ki dediğiniz bir seçimin aksini yapsaydınız, oluşabilecek anlık keşke’nin uzun vadede daha büyük bir iyi ki’ye vesile olma ihtimali çok da az değil. En azından benim algımda. Belki çokça polyannacılık, belki gereksiz umut doluluk; ama öyle.


Sonuç olarak, kendi adıma, iyi ki denilen seçimlerin yaratacağı zaferin, ebedi olma ihtimalini düşleyerek –ki mümkün değil- tatmin olmak yerine; keşke denilen seçimlerin sonucunda yaratılabilecek iyi ki’lerin peşinden koşmak çok daha değerli.

En Büyük Seçim

Ben bu seçim olayına kafayı taktım oldum olası. İnsanların yaptıkları seçimleri kastediyorum. Hatta bencil bir varlık olarak, insanları da geçtim, kendi yaptığım seçimlere daha çok odaklandığımı (dileyenler için gülücük gönderebilirim) söyleyebilirim. Gerçi başkalarının seçimlerinden çok kendi seçimlerime yoğunlaşmam, bencillikten ziyade, kendimi anlamadan başkalarını, başka şeyleri anlayamayacağımı düşünmekten kaynaklanıyor diye düşünüyorum. Yaptığım seçimlerin ve bu seçimlere yönelik kendi içimdeki çözümlemelerin, kendimi tanımak ve anlamak noktasında başat bir rol oynadığı kanaatindeyim. Başat kelimesini cümle içinde kullandığıma göre, artık ciddi konuşmaya başlayabiliriz. Öhm! 

Ortaokulun son dönemlerindeydim. Hemen hemen her gün, o gün yaptığım şeyleri baştan sona düşünüp yazmaya başlamıştım. Yaşımdan dolayı, günlük yazar gibi bir durum vardı ortada. Ancak sonra olay hikayesini bırakıp, durum hikayesine büründü yazdıklarım. Giderek gün içerisinde etkilendiğim ya da değerli bulduğum bir şey üzerinde yazmaya başladım. Bu şey, bir olay ve o olayın bende bıraktığı etki de oldu, ortada hiçbir olay yokken bende oluşan düşünceler ya da hisler de oldu. O yüzden yazdıklarıma, günlük değil, şeylik demiştim.

Bir sonraki aşamada yazdıklarım, ki artık lise son sınıftaydım, düşünce veya his yazısı olmaktan da çıkıp, o düşünce veya hissin neden oluştuğuna yönelik olmaya başlamıştı. “Neden böyle düşünüyorum / hissediyorum, ya aslında şu nedenle öyle düşündüm / hissettim gibi görünüyor ama o nedeni benim için önemli kılan neden ne, benim için önemli dediğim şeylerin önemli olma nedeni ne…” gibi soruları kendimi köşeye sıkıştırmayı başarmıştım. Davranış olarak kendimi kandırabilsem de, düşünce dünyasında artık kandıramıyordum. İçimdeki gerçekliğe ulaşmak için, onu anlayabilmek için çok acımasız oluyordum kendime karşı. İnanmıyordum asla, güvenmiyordum. Başka bir nedeni olmalı diyordum. Bir neden bulunca, sadece bu olmamalı diyordum. Geceleri uyumadan önce benliğimi eziyordum öyle zamanlarda. Hakaretler yağdırıyordum kendime. Ancak o en dipteki şeyi bulunca huzurlu olabiliyordum. O şeye ulaştıktan sonra,  artık en kötü şeyi de hissetsem, en yanlış şeyi de düşünsem, onları hissetmemiş ya da düşünmemiş gibi davranma sahtekarlığına kaçmamam gerektiği sonucuna vardım.

Bu süreç epey zorlu ve yıpratıcı oluyordu benim için. Her davranışım, her düşüncem, her hissim tam bir gerçeklik taşımalıydı. Sahteliğe yer olmamalıydı. Platon’un öğretilerine, onu neredeyse hiç tanımadan ulaşırcasına, düşündüğüm ve hissettiğim gerçekliği asla davranışlarıma ve dış dünyaya aktaramayacağımı düşünmeye başlamıştım. Platon, gerçekliğin sadece idealar dünyasında var olduğunu söylüyordu. Onu ifade etmeye çalışılan her an, aslında gerçekliğin tahrif edilmesine neden olduğunu söylüyordu. Hatta bu yüzden, edebi ve sanatsal eserlerin, her ne kadar gerçeği anlatmak ya da gerçeğe ulaşmak gayeleri olsa da, gerçeğe en büyük zararı verdiğini söylüyordu. Ancak ben henüz Platon ile ilgili bir bilgim olmadan, kendi gerçekliğimi dış dünyaya yansıtmanın bir yolunu bulmuştum. Hayattaki bitirme tezim diye düşündüğüm kendimce bir çözümleme ile; ancak özgür, cesur ve net olarak kendi gerçekliğimi sunabileceğimi düşünmeye başladım. Çünkü bu üç özellikten herhangi birinin eksik olması halinde, diğerleri de var olamıyordu. Bir başka deyişle, herhangi birinin tam olarak var olabilmesi için, üçünün de bir arada var olabilmesi gerekiyordu. 

Hayatımdaki ufak ve sıradan görünen seçimlerden yola çıkarak, onları olabildiğince derinlemesine inceleyerek ve irdeleyerek yaptığım en büyük seçim bu oldu benim. Her koşulda kendimi aramayı, içimdeki o şeyi bulmayı, sonra bütün bunları çözümlemeyi, daha sonra bütün aşamalarıyla birlikte bunu yansıtmayı, ancak bunu başarabilmek mümkün olmadığı için en azından yansıtmaya çalışmayı, bundan aldığım heyecanını yaşamayı seçtim. Gerçeği aramayı seçtim. Ulaşamayacağımı bilsem de, her an ulaşacakmışım gibi bir tutku ve inançla aramayı…

Öyle işte…

Çec


Ön Not: Yazı, 1 Kasım 2015 seçiminden önce kaleme alınmış olup, halk henüz "istikrar" dememiştir (Bora Fiko CB şahit)...

Hayatında hiçbir şeyden şikayet etmeyip “daha ne olsun ulan 10 numara yaşıyoruz işte” diyen var mı?

Toplu taşıma araçlarında yüzüne baktığımızda gülümseyen var mı peki? Başlarını öne eğip telefona gülümseyenlerden bahsetmiyorum. Onlar “caps maps” görmüşlerdir veya sevdikleri hoşlarına gidecek bir ileti göndermiştir. O ileti 2 dakika; “caps” 12 dakika mutluluk verir.

Beşiktaş’ta “Aylak” dönüşü sucuk-ekmekçi arkadaşın, “biberin acı mı hocam” sorusunu “hayat kadar değil abi” şeklinde yanıtlayışı gibi mi düşünüyor çoğu insan?

Kaçımızın yaşadığı şehrin, ülkenin ve gezegenin daha iyiye gittiğine veya gideceğine ilişkin düşüncesi, inancı veya umudu var? Şarkılarda türkülerde dile getirilen umut dolu sözleri veya “gaz verici” konuşma ve düşünceleri saymıyorum.

Çoğumuzun derdi, kimse tarafından anlaşılamamak, çabası oranında takdir edilmemek, emeğinin karşılığını maddi ve/veya manevi alamamak değil mi?

Örneğin, müdavimi olduğumuz lokantalarda yemekler artık eskisinden daha mı kötü? “Orası çok iyiydi ama bozdu” denilen mekanlar mı daha fazla; yoksa “başta çok kötüydü, ama bayağı düzeltti” denilenler mi?

Vakti zamanında teleteksinden istifade ettiğimiz, saatleri ayarlamak için başvurduğumuz, diksiyon, düzgün konuşma timsali güvenilir liman TRT devletin kanalı olmaya devam ediyor mu, yoksa bizim paramızla bize artistlik mi yapıyor?

Giderek insanlarla daha mı kaynaşıyoruz; yoksa insanlardan uzaklaşıp yalnızlaşıyor muyuz?

Okuduğumuz gazetede haber kalitesi ne durumda? Haber, başlığı ve içeriği ile bölünmez bir bütün mü; yoksa haberin başlığı ayrı, içeriği ayrı mı?

Bizlere kaliteli hizmet sunabilmek için kayıt altına alınan görüşmelerde muhatap olduğumuz şahıslarla kaliteli görüşmeler gerçekleştirebiliyor muyuz?

Hakim/savcı/avukat, öğretmen/öğrenci, aşçı/garson, taksici/dolmuşçu, işçi/işveren profilleri daha mı iyi artık; yoksa kötüye gidiş mi var? Seçenler nasıl yani özetle?

Bu soruların cevaplarına göre “her şey” kötüye gidiyorsa; seçimler ve sonuçları niye iyiye gitsin ki?

Toplumu oluşturan bireylerde, bireylerin oluşturduğu sistemde kötüye gidiş varsa, bireylerin seçtikleri kişilerde neden iyiye gidiş olsun anlayamadım.

Siyasiler nasıl? Çıkarcı, güvenilmez, seçilmek için başvurmadığı yalan dolan, etmediği iftira kalmayan insanlardan mı oluşuyor çoğu? Oy için atmadığı takla kalmayan insanlar mı onlar?

Seçenlerle seçilenler iki farklı kutup mu, o da ayrı soru. Yani seçilenler veya seçilmek isteyenler de aslında seçenlere dahil değil mi? Bu iki grup kalın çizgilerle ayrılıyor mu birbirlerinden?

Peki bu seçilenlerin “kötü” değerlendirdiğimiz özellikleri, seçimle ayıklanıyor mu veya şahıslar, seçildikten sonra o özelliklerinden arınıyor mu? Yani fındık patozundan geçiyormuş gibi çotanaklarından ayrılıp “çec fındık” halini mi alıyor?

Hepsi çec fındık halini alıyorsa neden böyle şiirler yazmış, şarkılar söylemiş, romanlar yazmış üstatlar? Kafayı mı yedi lan bu insanlar? Hadi onlar kafayı yedi, niye benimsiyoruz bu eserleri? Absürt/saçma olduklarından mı; gerçek olduklarından mı?

Seçimler bir çare mi kötüye gidişleri önlemek/durdurmak/azaltmak için? Teoride evet. Ancak seçilmeden başa gelmesine rağmen dünyayı güzelleştirenler olduğu kadar, seçimle gelip dünyanın .mına koyanlar da var mı? Yoksa bunlar “milli irade” düşmanı teröristlerin uydurması mı?

- . - . - . - . - . - . - . - . - . - . - . - . - . - . - . - . - . -

“Siyasetten anlamak” deyişi var, siyaseti “iyi bilmek” yani. Bu tabir herhalde, “gerçek anlamda” yavşaklıkla eşdeğer. “Adam tam bir siyasetçi”, “herif iyi siyasetçi” dediğimizde, toplumdaki bireylerin çoğunun kafasında “g.tün önde gideni” bir insan canlanıyor. Seçimleri varın siz düşünün. “İyi” kavramının ne hale geldiğini de…

Mesela günümüzde iyi avukat; “iş bitiren”, “indiren kaldıran”, hakimlerle savcılarla “diyaloğu” iyi olan, bir işi kesin çözen veya çözeceğini söyleyen/söyleyebilenlere deniyor. Bu anlayışla iyi siyasetçi de herhalde; ağzı laf yapan, rüzgar, aslen g.toğlanı kimse. Peki seçimler? Müşterilerine yüz farklı pizza çeşidi sunmakla birlikte bünyesinde et/balık/tavuk bulunmayan İtalyan restoranı gibi. Sadece pizza yiyorsun. Ha merak etme, pizzanın en kralını yiyorsun. Ancak hiçbir halta yaramıyor, pizza nihayetinde.

Seçimler de, bakkala gitmeye üşenenleri, “hem oy da kullanırım” düşüncesi ile harekete geçiren eylem oluyor bu durumda.

Bununla birlikte seçim, seçileceğine kesin gözle bakılanlar için demokrasi şölenidir. Toplum içinse siyasetçiler; sözleri ciddiye alınmayan, bir dediği bir dediğini tutmayan, güvenilmeyen ve önemsenmeyen insanlar... Şu görüldüğü zaman kanal değiştirilenlerden…

Bu düzende kazanan kim peki? Sadece “oy fazlası ile” seçilen parti. Yoksa “haklılık”, seçimlerle açıklanacak kadar basit bir husus değil.

Seçilenler, seçenler ve dünya hep çec olsa, dediğiniz doğru.

OK Computer

Bana dünyaya gelmek ister misin diye sormadılar. Bana, seni T.C. vatandaşı yapıyoruz demediler. Bana sen Müslümansın haa, dediler. Hangi kreşe gideceğimi, ilkokulumu söylediler. Ben de gittim. Büyüdüm, bana ortaokulumu da seçtirtmediler. Seçtiler, ona da gittim. Bana ne yapmak istersin demediler. Bana şöylesi de var diye seçenek sunmadılar. Sana da sunmadılar. Kimseye de sunmayacaklar. Sonra daha da büyüdüm. Yeter len dedim, artık kontrol bende, ne dersem o olacak. Öyle sandım. Üniversiteyi ben seçtim sandım. Mesleği ben seçtim sandım. Eşimi ben seçtim sandım. Ve yanıldım.

Bu bankada kimse sorsanız, beni bilir. Uzun zamandır buradayım. İşten kalan zamanımda, yani dalıp gittiğim vakitlerde, etrafı gözlemlerim. Küçüklükten gelen bir hastalık bu bende. Her şeyin ardındakini anlamlandırma çabası... Bir nevi ruhsal bozukluk. Annemle babam kavga ediyor mu, etmiyor mu diye anlamaya çalışırken, böyle bir insan oldum işte. Antrenmanlıyım anlayacağınız. Engel de olamıyorum, ne yapayım? Kendime göre bir sürü haklı gerekçem var. Gerekçe dediğim birçok şeye toplum bahane diyor ama olsun. Toplum çok şey diyor zaten. Hepsini ciddiye alacak gücüm yok benim. Hemen hemen herkesle iyi anlaşırım bankada. Hem eski olduğumdan, hem de iyi gözlem yaptığımı düşündüklerinden birçok insan gelip derdini benle paylaşır. Dinlerim. Fakat sadece o kadar. Arada bir duymak istediklerini söyleyip, mutlu etmeye çalışırım onları. Ama yine geleceklerini bildiğimden kendimi boş yere yormam çoğu zaman. Kalabalık bir çalışma grubumuz var. Yine de, aralarında Ayşe ile Hikmet'i ayrı tutuyorum. Onların hikayesi geçenlerde okuduğum bir romanın baş kahramanlarınınki gibi. Onlara da kimse bir şey sormamış. Onların bunlardan haberi yok tabii. Ben de söylemedim. Kimseyle kötü olmak istemem sonuçta. İşindeyim, gücümdeyim... Tercihte bulunduklarını sanıyorlar. Üzülüyorum. Kendilerini çok yalnız hissediyorlar ama aslında hiç yalnız değiller. Etraf onlar gibi insanlarla dolu. Yalnızlıklarını bastırmak için kendi kendine konuşan çok insan gördüm fakat, kendisine mail atan az insan gördüm. Burası bir banka. Sadece banka değil, ülkenin örnek kümesi.

Ayşe'nin ailesinin hali vakti yerinde. Doğma büyüme buralı, yani Bodrumlu. Okulu bitirir bitirmez büyükşehir hengâmesinden kaçıp yeniden memleketinin yolunu tutmuş. Turizm yapmak istemediğinden dolayı da, iş anlamındaki birkaç seçenekten biri olan bankaya yönelmiş. Bu tür yerlerde ya turizm yaparsanız, ya öğretmen olursunuz ya da bankaya girersiniz. Eğer ortalama bir insansanız... Aile rahat durmamış tabii; iş tamam, peki ya eş demeye başlamış. Tek maksadı ailesiyle, doğup büyüdüğü bir yerde, kariyer ve para hırsına kapılmadan sakin bir hayat yaşamak olan Ayşe'ye tüm güçleriyle yüklenmişler. Ne kadar karşı koyabilirsin ki? Kimi buldularsa hayır demiş Ayşe. En sonunda, ya tamam evleneceğim ama kocamı bari ben bulayım diye sinirli bir tavırla baskıları savuşturmuş. Gayet anlaşılabilir bir durum bu. Akılda olmayan evlilik fikri, aileler tarafından zorla kafaya zerk edildiğinde, özgür bir bireymişçesine hissetmek için evleneceğim insanı ben seçerim düşüncesine yöneliriz. Ailesinin Ayşe'ye aşıladığı evlilik önermesi Ayşe için yeterince ağırken, bir de onların bulacağı biri katlanılamaz bir hal alabilirdi. Kim olsa aşağı yukarı Ayşe gibi yapardı. Fakat unutulmamalı ki, tutsaklıktan sonraki hiçbir seçim özgürlük değildir. Bir köpeği bahçeye kapatıp sonra hadi bakalım istediğini yap, artık özgürsün diyemezsin. Ayşe, süreci uzatırsa baskıların daha da artacağını bildiğinden hedefe kitlenmiş bir füze gibi gördüğü her erkeğe acaba diye bakmış. Çok geçmeden de bizim bankadaki Hikmet'i bulmuş. Hayatının büyük bir bölümünün geçtiği yerden, bildiği, tanıdığı ortamdan Hikmet... Öyle mi acaba? Elbette ki öyle değil. Ayşe, Hikmet'ten nefret ediyor. Sorsanız, dünyanın en mutsuz insanı o. Hemen hemen her gün kavga ediyorlar. Ayşe bir ara yaşadığı sıkıntılara dayanamayıp durumu ailesine anlatmış. Onlar da, biz sana evlen dedik ama onla evlen demedik demiş. İnsanlığın en aşağılık olduğu zamanlardan biridir bu anlar. Ortaya bir fikir atarlar, şayet o fikri kabul etmezsen ve onlar haklı çıkarsa ben demiştim derler. O fikri kabul etmene rağmen haksız çıkarlarsa, ben sana dedim ama ille de yap demedim, sen kendin seçtin derler. Ayşe'nin Hikmet'ten sırf Hikmet olduğu için nefret ettiğini sanmıyorum. Bana göre fazlasıyla yansıtma söz konusu. Ayşe ailesinden ve onların aklına soktuğu evlilikten nefret ediyor. İşin ucu da nihayetinde Hikmet'e batıyor. Her Şey Çok Güzel Olacak'ta diyorlardı ya; hayat işte, neyse ne...

Hikmet'in ailesi oldukça gariban. Yozgat'ta çiftçilik yapıyorlar. Yozgat'ta Blues yapacak halleri yok ya. Kazandıkları kıt kanaat parayla Hikmet'i Ankara'da okutmayı başarmışlar. Tek dertleri oğullarının her ay düzenli şekilde maaş alacağı bir işe girmesi. Ne olduğu çok da önemli değil. Olabilecek en yakın zamanda, en hızlı şekilde olması önemli onlar için. Hikmet'in ise amacı devletin önemli bir kademesine kapak atmak. Hikmet okulu bitirir bitirmez KPSS'ye girmiş ama istediği yerleri tercih edecek puanı kazanmamış. İkinci senesinde de kazanamamış. Tam bir daha hazırlanıp tek ideali olanı yapmak için gayret gösterecekken ailesi bunu kapı dışarı etmiş. Üniversiteyi kazandığında göklere çıkardıkları oğullarını, henüz istediğini elde edemediğin, onlara göre işe yaramadığı için yerin dibine sokmuşlar. Hikmet ne yapar, ne ederim diye düşünürken sonunda bankaya başvurmuş. İlk Yozgat'ta, sonra da İstanbul'da bir süre çalışmış. O kadar sıkılmış ki, yer değiştirirse sıkıntılar hiç olmazsa bir nebze alır diye düşünüp dört senede beş farklı şehir denemiş. Oysa İstanbul'u sevmemenin sebebi çoğu zaman İstanbul değildir. Bir yeri seversen, o yer dünyanın en güzel yeridir, ama bir yeri sevmezsen... Bu da Vizontele'de geçiyordu. Hikmet son durak olarak da Bodrum'a sürüklenmiş. Şu an bankanın müdür yardımcısı konumunda. Maaşı epey dolgun. Fakat yaptığı işten nefret ediyor. Toplamadan, çıkarmadan, hesaptan, kitaptan tiksiniyor. Her sabah olanca somurtkanlığı ile onu görmek, güne başlamanın en boktan tarafı biz diğer çalışanlar için. Yine de, çalıştığın eski yerlerin aksine Bodrum'u epey seviyor. Yozgat'taki ailesinden uzakta olmak onu rahatlatıyor. Görev yaptığı diğer yerlerdeki yıpratıcı iş temposundan da uzak tabii. O artık, tam da ailesinin istediği gibi düzenli şekilde maaşını alan bir etkisiz eleman. Bankanın en göze batan insanlarından olmak onun yolunu bir şekilde Ayşe'yle kesiştirdi. Hikmet, Ayşe'ye kör kütük aşık. Onun Bodrumlu olmasını seviyor. Onun kariyer hırslarından arındırılmış halini seviyor. İşe değer vermemesini, sadece Bodrum'da olmak için bu işi yapmasını seviyor. Kendisinde olmayanları Ayşe'de gördüğü için seviyor. Hikmet kısaca şu bankada tek şeyi seviyor, o da Ayşe. Hikmet de kavga gürültüden bıkmış durumda ama ona göre tüm dertlerinin sebebi, bankacılığın kendisini sevimsiz, ilgisiz biri yapmasından kaynaklı. Ayşe'nin onu sevmemesi gibi bir düşünce kesinlikle aklından geçmiyor. Paraya, hesaplara, müdürüne, gişelere, atm'lere her gün lanet okuyor. Tek hayali bir gün bir kafe açmak ya da bir pansiyon işletmek. 

Çalıştığım her iş günü Ayşe ile Hikmet'i görüyorum. Onların yaptıkları seçimleri düşünüyorum. İçimden diyorum ki, bir insanın bu hayatta kendisine yapabileceği iki kötülük var: biri yanlış eş, biri yanlış iş. Vazgeçecek gücün yoksa bir ömür bu ikisiyle geçiyor. Ne olabiliyorsun ne de ölebiliyor... Kendimi böylesine çaresiz ve karamsar hissettiğim zamanlarda kulaklığımı takar, önümdeki evraklara dalarım. Bir gün yine tam bu ruh haline yakalanmışken kulaklığı takmış müzik dinliyordum. Listeden Exit Music (For a Film) çıkageldi. Radiohead'in OK Computer albümündeki en baba şarkılardan biridir kendileri. Bir kez daha dalıp gittim. Thom Yorke'un gör dediğini anlayabilmek için uzunca bir süre düşündüm. Ayşe'yi de, Hikmet'i de, hayatı da iyi bilenler toplanıp, albüme OK Computer adını vermişlerdi sanki. Bilgisayar çağındaki seçeneksizliğin seçeneği demekti bu. Bilgisayarda karşımıza çıkan hata ekranlarında sunulan tek seçeneği, yani 'tamam'ı tıklayıp devam edebiliyorduk ancak. 'Tamam bilgisayar' diyorduk, seçim yapma sanrısının verdiği tüm özgürlük hissiyle... Ve yine yanıldık.