Ben bu seçim olayına
kafayı taktım oldum olası. İnsanların yaptıkları seçimleri kastediyorum. Hatta
bencil bir varlık olarak, insanları da geçtim, kendi yaptığım seçimlere daha
çok odaklandığımı (dileyenler için gülücük gönderebilirim) söyleyebilirim. Gerçi
başkalarının seçimlerinden çok kendi seçimlerime yoğunlaşmam, bencillikten
ziyade, kendimi anlamadan başkalarını, başka şeyleri anlayamayacağımı
düşünmekten kaynaklanıyor diye düşünüyorum. Yaptığım seçimlerin ve bu
seçimlere yönelik kendi içimdeki çözümlemelerin, kendimi tanımak ve anlamak noktasında başat
bir rol oynadığı kanaatindeyim. Başat kelimesini cümle içinde kullandığıma göre, artık ciddi
konuşmaya başlayabiliriz. Öhm!
Ortaokulun son dönemlerindeydim. Hemen hemen her gün, o gün yaptığım şeyleri
baştan sona düşünüp yazmaya başlamıştım. Yaşımdan dolayı, günlük
yazar gibi bir durum vardı ortada. Ancak sonra olay hikayesini bırakıp, durum
hikayesine büründü yazdıklarım. Giderek gün içerisinde etkilendiğim ya da
değerli bulduğum bir şey üzerinde yazmaya başladım. Bu şey, bir olay ve o olayın
bende bıraktığı etki de oldu, ortada hiçbir olay yokken bende oluşan düşünceler
ya da hisler de oldu. O yüzden yazdıklarıma, günlük değil, şeylik demiştim.
Bir sonraki aşamada
yazdıklarım, ki artık lise son sınıftaydım, düşünce veya his yazısı olmaktan da
çıkıp, o düşünce veya hissin neden oluştuğuna yönelik olmaya başlamıştı. “Neden
böyle düşünüyorum / hissediyorum, ya aslında şu nedenle öyle düşündüm /
hissettim gibi görünüyor ama o nedeni benim için önemli kılan neden ne, benim
için önemli dediğim şeylerin önemli olma nedeni ne…” gibi soruları kendimi
köşeye sıkıştırmayı başarmıştım. Davranış olarak kendimi kandırabilsem de,
düşünce dünyasında artık kandıramıyordum. İçimdeki gerçekliğe ulaşmak için, onu
anlayabilmek için çok acımasız oluyordum kendime karşı. İnanmıyordum asla, güvenmiyordum.
Başka bir nedeni olmalı diyordum. Bir neden bulunca, sadece bu olmamalı
diyordum. Geceleri uyumadan önce benliğimi eziyordum öyle zamanlarda.
Hakaretler yağdırıyordum kendime. Ancak o en dipteki şeyi bulunca huzurlu
olabiliyordum. O şeye ulaştıktan sonra,
artık en kötü şeyi de hissetsem, en yanlış şeyi de düşünsem, onları
hissetmemiş ya da düşünmemiş gibi davranma sahtekarlığına kaçmamam gerektiği
sonucuna vardım.
Bu süreç epey zorlu ve
yıpratıcı oluyordu benim için. Her davranışım, her düşüncem, her hissim tam bir
gerçeklik taşımalıydı. Sahteliğe yer olmamalıydı. Platon’un öğretilerine, onu
neredeyse hiç tanımadan ulaşırcasına, düşündüğüm ve hissettiğim gerçekliği asla
davranışlarıma ve dış dünyaya aktaramayacağımı düşünmeye başlamıştım. Platon,
gerçekliğin sadece idealar dünyasında var olduğunu söylüyordu. Onu ifade etmeye
çalışılan her an, aslında gerçekliğin tahrif edilmesine neden olduğunu
söylüyordu. Hatta bu yüzden, edebi ve sanatsal eserlerin, her ne kadar gerçeği
anlatmak ya da gerçeğe ulaşmak gayeleri olsa da, gerçeğe en büyük zararı
verdiğini söylüyordu. Ancak ben henüz Platon ile ilgili bir bilgim olmadan,
kendi gerçekliğimi dış dünyaya yansıtmanın bir yolunu bulmuştum. Hayattaki
bitirme tezim diye düşündüğüm kendimce bir çözümleme ile; ancak özgür, cesur ve
net olarak kendi gerçekliğimi sunabileceğimi düşünmeye başladım. Çünkü bu üç
özellikten herhangi birinin eksik olması halinde, diğerleri de var olamıyordu.
Bir başka deyişle, herhangi birinin tam olarak var olabilmesi için, üçünün de
bir arada var olabilmesi gerekiyordu.
Hayatımdaki ufak ve
sıradan görünen seçimlerden yola çıkarak, onları olabildiğince derinlemesine
inceleyerek ve irdeleyerek yaptığım en büyük seçim bu oldu benim. Her koşulda
kendimi aramayı, içimdeki o şeyi bulmayı, sonra bütün bunları çözümlemeyi, daha
sonra bütün aşamalarıyla birlikte bunu yansıtmayı, ancak bunu başarabilmek
mümkün olmadığı için en azından yansıtmaya çalışmayı, bundan aldığım heyecanını
yaşamayı seçtim. Gerçeği aramayı seçtim. Ulaşamayacağımı bilsem de, her an
ulaşacakmışım gibi bir tutku ve inançla aramayı…
Öyle işte…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder