fiko

Haftanın Konusu

Yeni konumuz "Hayır, hayır, hayır... Kime söylüyorum ki şarkıyı?'. Bu kez her şey çok basit: ya evet diyeceksiniz, ya hayır...

28 Haziran 2015 Pazar

Arbeit Macht Frei !


“Arbeit macht frei”, yani “çalışmak özgürleştirir”. Bu cümlenin toplama kamplarında kullanıldığını biliyoruz. Meali, “sizi pis yahudiler, çalışın ve özgürleşin”. Aslında burada bir nevi, “çalışmak Allahınıza kavuşturur” hali mevcut diyebiliriz. Sonuç itibariyle ironik veya “haydi or’dan” diyebileceğimiz bir söz tabii ki.

Naziler konumuz değil, toplama kamplarında amaç özgürleştirmek değil belli ki. Ama “arbeit macht frei” tam da konumuzla alakalı. Sistemimizde çalışmak para kazanmak, para kazanmak “özgürleşmek” için. Yani istediğini yapabilesin, istediğin yere gidebilesin, istediğin yerde yiyip içebilesin, istediğin yerde evin olabilsin diye.

Özgürlüğün hafta içi gündüz vakti bira içebilmek olduğunu düşündüğünüzde, iş size bu özgürlüğü sağlamaz. Hasbelkader içebildiğinizde de “The Shawshank Redemption” sakinlerinin çatıda bira içmesi gibi hissedersiniz. Yani sadece hissedersiniz. Tarifsiz bir keyfi olur o ayrı; ama geçicidir, istisnadır. Belki de istisnai olduğu için keyiflidir.

Çalışmazsanız gündüz vakti bira içme özgürlüğünüz vardır, kimse size hesap sormaz; gün gelir bankalar sorar. Hem çalışmayıp, hem parası olanlar en “özgürleridir”. Bunlara çok rastlanılmaz; ama bu özgürlüklerini çoğu kendileri kazanmamıştır, kaybetme riski de çoktur. Ama yine de “gücü özgürlüğündedir” (Hatırlatma: Bu slogan Habertürk’ün. Habertürk’ün gücünü özgürlüğünden aldığı iddiası, Nazi kamplarında “arbeit macht frei” yazması ile eşdeğer).

Nazım Hikmet, “Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın, bir sincap gibi mesela, yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, yani bütün işin gücün yaşamak olacak.” demiş; ama işimizin gücümüzün yaşamak değil; işimizin gücümüzün “iş” olduğu aşikar.
“Büyüyünce ne olacaksın” ile çocukluğumuz, “bey oğlumuz ne iş yapar” ile gençliğimiz geçer; sonra “yaş 70 iş bitmiş” olur. Hem de tam anlamıyla hiç olmayan iş…

OECD verilerine göre haftada en fazla çalışan milletiz, haftada 48,9 saat çalışıyormuşuz. Dostumuz Almanlar 35,5 saat çalışıyormuş mesela. Hollandalılar da 30,5 saat çalışıyormuş. Bu bizi Hollandalılardan veya Almanlardan daha çalışkan bir millet yapmaz herhalde veya onlardan daha üretken olduğumuz söylenemez. Ama “en çalışkan biziz” ve türevi başlıklar atanlar olur. Onlar hep olur zaten…

Haftada 48,9 saat çalışmanın İş Kanunu’na aykırı olduğunu da notlarımızın arasına serpiştirelim. O kadar çalışkanız ki, iş için, çalışmak için kanunlara kitaplara karşı geliyoruz demek ki.

Geyiği bırakalım. İşe güce hem bireysel, hem toplumsal olarak bu kadar kafayı takıp işle güçle bu kadar alakası olmayan bir toplum az bulunur. Ne adam gibi çalışırız, ne de adam gibi çalıştırırız. İşçimizin başına bir şey geldiğinde de, “bakın çok enteresan” ile başlar “fıtrat” ile bitiririz.

İşimiz, işverenimiz ve dolayısıyla işçimiz adamakıllı olmadığı gibi, işçi bayramlarımız da adamakıllı olamıyor haliyle. Zaten layığı ile yaşadığımız ne var ki şurada? Her konuda “güç” önemli olan. Güçlü olan tanrılaştığı ve şiddet kullandığı için işçi bayramlarına “umarız kimseye hiçbir şey olmaz” temennileri ile başlıyor; “hiçbir şey olmadı” veya “şunlar oldu” ile bitiriyoruz günü. Amaçtan saptırmak derler ya, öyle bir şey. Nasıl ki derbiler öncesi, “umarız sadece futbolun konuşulduğu bir 90 dakika olsun” dileklerini sunuyoruz. İşçi bayramlarımız da o şekil…

Peki iş, işçi, işveren? Oooo… “İşe or’dan konuşmaya başlarsak daha çok lafımız var”…

Şu Yaptığınız İş Değil!


Öncelikle Aylaklar’dan özür dilemem gerekiyor. Çünkü bu konuyu 1 Mayıs’ta yazmak için sözleşmiştik. Ancak ben yazmadım. Yazamadım diyemiyorum, insan oturur yazar di mi? İnsan değilim çünkü. Her ne kadar işten güçten yazamamış olsam da, "kendime göre haklı gerekçelerim var" diye de ş’apamıyorum. Haklı değilim, biliyorum. Özür dilerim yani.

Konumuz iş, malum. İşten güçten yazamadığımı da belirttiğime göre, dalacağım doğrudan konuya. Hem de ağız burun dalacağım.

İş dediğimiz şey, para kazanma yolu olarak kullanılıyor artık sadece. İnsanoğlunun dini imanı para olmuş. Para kazanmadığın bir şey ile ilgileniyorsan, ona iş demiyor kimse. Hobi diyor, meşgale diyor, bıdo diyor, gomiş diyor… Ben de diyorum ki kardeşim, bu kadar paraya endeksli olmasın her şey. Emre Belözoğlu’ya bağlamadan söyleyeyim, bu dünyada para büyük ihtiyaç, tamam kabul. Ama yani, mümkün değil mi para ve türevleri olmadan bir hayat. Öbür tarafta mümkün olacak o ayrı, ama bu tarafta da paranın o kadar da önemli olmadığı bir yaşam düzeni kurulamaz mı? Cevap veriyorum, kurulamaz. En fazla arkadaş ortamında bunu ortadan kaldırırsın ya da çocuklarını öyle yetiştirirsin, ne bileyim, küçük bir çevrede ancak bunu mümkün hale getirebilirsin. Herkes evinin önünü süpürse, yine bir nebze para haricinde bir amaç uğruna yaşanılabilir gibi geliyor. Bu ihtiyacı ortadan kaldıracak iradede insanlar da var ama, onlar da eser miktarda. Gerçi o insanların da bir kısmı para dışında bir şey ile üstünlük kuruyorlardır. Para olmasa da, yine buluyorlardır tapacak, güç alacak bir şey. Yoksa Allah belasını versin işin de gücün de… Yazamadım işte o yüzden…

Küçüklüğüm anneannemlerde geçti benim. Büyüklüğüm de onlarda geçti diyebilirim. Sınavlar sonrası üniversiteden memlekete, Kayseri’ye, döndüğüm zamanlar hep anneannemlere gittim mesela. Hala da öyle yaparım, önce anneannemler… Küçükken beni anneannemin doğurduğunu söylerdim. İnanırdım da buna… Anneannem, dedem, iki teyzem ve dayım… Onlarla büyüdüm, onlar büyüttü beni. Hepsinden bir şey öğrendim, hepsini ayrı sevdim, hepsine ayrı hayrandım. Ki şimdi de aynen devam ediyor bütün bunlar. Dayım başkaydı ama… İdol gibiydi, her yaptığı şey doğru gibiydi, farklıydı her şeyiyle… Öyle farklıydı ki, daha sonra kimi öyle çok sevsem, ona benzetirdim. Birinde rüyamda Hakan Şükür’le top oynuyorduk mesela, ama yüzü tipi falan dayımdı. Çok severdim Hakan Şükür’ü. Kardeşimin adı Hakan (Şükür) ya da Okan (Buruk) olsun demiştim 1993’te doğduğunda. 5 yaşında bu sevgi nasıl oluyorsa artık insanın içinde, öyleydi. Sonra yine rüyamda Hz. Muhammed’in öldüğünü öğreniyordum, cenazesi falan vardı. Korkunç bir kalabalık vardı. Deli gibi ağlıyordum. Bu kadar üzülmez insan. Sonra dayımı göremedim etrafta. Biliyordum, peygamber efendimiz ölmüştü ama dayım mıydı acaba diye düşündüm. İkisini birleştirmiş bilinçaltım. O seviyededir yani dayım gözümde. Erciyes’i de dayıma benzetirim ben. Erciyes öyle heybetli ve güzeldir ki. Korku değildir onun heybetinin hissettirdiği duygu. Güven verir, huzur verir. “İnsanların eski dönemlerde dağlara taptığı kadar var.” dedirtecek türden bir dağdır Erciyes. Erciyes’i de dayıma benzetirdim işte ben. Büyüyünce ne olacaksın dediklerinde ben, “doktor olacağım” diyordum. Dayım doktordu çünkü. Kaan’a (kardeşim) sorulduğunda da “dayı olacağım!!” diyordu. İkimiz de dayı olamayacağız, iki erkek kardeş olduğumuzdan dolayı. Doktorluk kısmı da, ancak hukuk doktoru işte, doktora bitince o da. Yoksa üniversitede çok gittim tıp fakültesinde derslere falan, öyle olmuyor. Tezimi de tıp hukukunda yazdım ama nafile.

Benim gözümde en anlamlı meslekler, öğretmenlik, avukatlık ve hekimlik hakikaten. Öğretmenliğe bu yazıda değinmeyeceğim ama avukatlık ve hekimliğe baktığımda, birinde başkasının hakkını arıyor ve savunuyor olmak, diğerinde ise başkasının fiziksel ve ruhsal sağlığını daha iyi hale getirmek ya da hayatını kurtarmak ayrı bir değerli benim için. Toplumda da bu iki meslek çok değerli görülüyor. Ancak bu daha çok maddi sebeplere dayanıyor. Yani, avukat ve hekim, “iyi para” kazandığı için önemli toplum için. İnsanların hukuk fakültesini ya da tıp fakültesini tercih etmelerinin ana sebebi, mezun olduktan sonra “iyi para” kazanabilecek olmaları genellikle.  Bana bu doğru gelmiyor ama. Zaten bu iki meslek, esasen “şeref mesleği” ya da “onur mesleği” olarak sayılıyormuş önceden. En önemlisi, para karşılığı yapılmıyormuş bu meslekler. Hatta bu işleri para karşılığında yapmak yasak olmakla birlikte, bu şekilde iş yürütenler cezalandırılıyorlarmış ve bu durum işin özüne aykırı olarak değerlendiriliyormuş. Tabii bu durum, şeref ve onurun semt adı olduğu günümüz sisteminde ahmaklık ve enayilik olarak değerlendiriyor. Para olmayacaksa niye yapılsın ki diye düşünülüyor falan filan işte. Ben dayımdan dolayı doktor olacağım demiştim. Para ya da meslek olarak hekimlik aklımın ucunda bile değildi. Lisedeki fizik öğretmenini sevmediğimden ve Türkçe sorularını çok rahat çözdüğümden eşit ağırlıkçı oldum. Çalışkan olduğumdan hukukçu oldum. Sistem ve şartlar böyle olmasa, bunların hiçbiri olmaz, futbolcu ya da müzisyen olurdum. ("Gerçi o işlerde de iyi para var." diyenler olur şimdi. Baştan bi’ daha okusun onlar yazıyı. Ya da ne biliim, okumasınlar hatta. Bak sağ üst köşede çarpı var, kırmızı, ona basıp siktir olup gitsinler.)

Toparlayayım ufaktan. Artık toplum parayı almış merkeze, etrafında dönüp duruyor. Para kazanmak için köle oluyorsun. Para kazandığın için kendini güçlü ve özgür zannediyorsun, ama daha da köle oluyorsun. Paran kadar konuşabiliyorsun (bana göre konuşabileceğini zannediyorsun), paran kadar söz sahibisin (bana göre söz sahibi olabileceğini zannediyorsun). Paran varsa güçlüsün (Sen öyle san!), paran varsa mutlusun (Ahahahaha!), paran varsa yaşıyorsun (Hayatını sikiiim!)… Genel algı bu. Ancak bu, bir doğru değil, yalnızca bir mecburiyet ve hatta bir yanılgı. Yani, ancak mevcut sistem içerisinde böyle bir “doğru”ya ulaşılabilir. Yoksa TÜSİAD ve benzeri organizasyonların her haltta kendilerini söz sahibi görmelerinin başka bir açıklaması olamaz. Yoksa işadamı diye adlandırılan kimselerin ya da devlet denen organizasyonların, her türlü sömürüyü yapmalarına rağmen, insanlara ekmek parası verdiklerini söyleyerek böbürlenmelerinin başka türlü bir sistemde haklı yanı olamaz. Yoksa sadece makamdan ve mevkiden güç alan makam mevki sahibi insanların “büyük adam” olarak nitelendirilmeleri mümkün olamaz. Bana göre, “Paran varsa var, gücün varsa var! Sokiim sana da, parana da, gücüne de!” diyen, gücünü maddiyattan değil maneviyattan alan Yaşar Ustalar her zaman daha büyük. Ki onların da güçlü olma ya da büyük olma gibi dertleri de yok eminim. Sözü Yaşar Usta’ya bırakıyorum. Saygıyla…

“Bak beyim! Sana iki çift lafım var. Koskoca adamsın. Paran var, pulun var, her şeyin var. Binlerce kişi çalışıyor emrinde. Yakışır mı sana ekmekle oynamak? Yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu karda kışta sokağa atmak, aç bırakmak? Ama nasıl yakışmaz? Sen değil misin öz kızına bile acımayan, bir damlacık saadeti çok gören? Anlamıyor musun beyim, bu çocuklar birbirini seviyor. Ama ben boşuna konuşuyorum. Sevgiyi tanımayan adama sevgiyi anlatmaya çalışıyorum. Hıh! Sen büyük patron, milyarder, para babası, fabrikalar sahibi Saim Bey. Sen mi büyüksün? Hayır, ben büyüğüm, ben, Yaşar Usta. Sen benim yanımda bir hiçsin, anlıyor musun, bir hiç! Gözümde pul kadar bile değerin yok. Ama şunu iyi bil, ne oğluma ne de gelinime hiçbir şey yapamayacaksın. Yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, mağlup edemeyeceksin bizi. Çünkü biz birbirimize parayla pulla değil, sevgiyle bağlıyız. Bizler birbirimizi seviyoruz. Biz bir aileyiz. Biz güzel bir aileyiz. Bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun? Dokunma artık aileme, dokunma çocuklarıma, dokunma oğluma, dokunma gelinime. Eğer onların kılına zarar gelirse ben, ömründe bir karıncayı bile incitmemiş olan ben, Yaşar Usta, hiç düşünmeden çeker vururum seni! Anlıyor musun? Vururum ve dönüp arkama bakmam bile!”

Emekçi Oğlu Emekçi


Sıradan bir ailenin, sıradan bir oğluydu Murat. Babası kapıcı, annesi gündelikçiydi. Abisi Remzi ise o doğduğunda 9 yaşındaydı. Anası babası severdi de, özel bir çocuk değildi işte. Doğumu büyük bir heyecanla beklenmemişti. Başlarını soktukları kapıcı dairesinde, tanıdık bir ebe doğurtmuştu onu. Ebe dediğimiz de, tıbbi eğitimi olan birey değil; o mahallede başka bir apartmanın kapıcısının karısı. Tek artısı tecrübe. Bir şey olursa hem 4. Katta Mazhar Bey vardı, doktor. Nispeten iyi biriydi, yardımı dokunurdu. Neyse ki bir problem olmadı doğumda. Doğduktan 15 dakika sonra, 6. kattaki Rüştü Bey, viski aldırmak için babasını çağırdı. 20 dakika sonra gitti babası, "Kusura kalma beyim, çocuğum oldu az önce, o yüzden geç kaldım." dedi. "Sokturma çocuğuna, sen niye buradasın, hizmet etmek için. Al şu parayı, git bana viski kap." dedi alkolik şerefsiz Rüştü. Doğumu bile küfür yedirtmişti babasına.

Bir kapıcı çocuğunun yaşayabileceği hayattan farklı bir hayat yaşamadı. Süslü oyuncakları, güzel çikolataları olmadı. Kıyafetleri genelde apartmanda yaşayan çocukların eskileriydi. Apartmanın ender, iyi kalpli annelerinin yaptığı bağışlardı. Oyun arkadaşları, diğer apartmanların kapıcılarının çocuklarıydı. Aksi olamazdı zaten. Durumu iyi çocukların Mikasa toplarını patlatsa, babası da ona patlatırdı. Aslında babasından okkalı bir dayak yemedi, en fazla birkaç tokat. Abisi asiydi, çok dayak yemişti babasından; Murat ise usluydu. Dayak yememe sebebi usluluğu muydu; yoksa abisinden dayak yemeye sıra gelmemesi miydi, kimse bilemez.

Murat 8’indeyken babasını akciğer kanserinden kaybetti. E tabii, kovuldular evden, sonuçta kapıcı dairesinde kapıcı yaşar. Yeni kapıcı da elbette o dairede kalacaktı. Topladı annesi eşyaları, daha küçük bir şehirde yaşayan teyzesinin yanına gittiler. Küçük bir evi vardı teyzesinin, alışması zor olmadı. Büyük bir evde yaşamamıştı zaten hiç. Teyzesi emekli maaşını onlarla paylaşıyor, annesi evlere temizliğe gidiyor, bu şekilde geçinip gidiyorlardı. Murat okula devam ediyor; abisiyse okulu bırakmış, sanayide işe girmişti. Pek muhabbeti yoktu evdekilerle, sabah evden çıkar, akşam gelir, yemek yer, uyurdu. Remzi mutlu değildi küçük yerde yaşamaktan. Bir şekilde para biriktirip, büyük şehre gitmekti planı.

Murat 14 yaşına geldiğinde annesini kaybetti. Kadıncağız, kocasının ölümünden sonra 10 yaş yaşlanmıştı zaten neredeyse. Fizik gücü isteyen işine, bitkin vücudu bu kadar dayanabilmişti. Remzi, kendini buraya bağlayan hiçbir şey kalmadığını düşünerek evi terk etti. O günden sonra ne teyzesi ne de Murat haber alabildi ondan.

Ergenliğe yeni girmiş, baba ve anne ölümüyle yüz yüze, bitik bir haldeydi Murat. En büyük şansı teyzesiydi. Hiç evlenmemiş, çocuğu olmayan bu kadın; ona, belki de bir annenin duyabileceği sevgiden fazla sevgi duyuyordu.

Hepimizin dile getirdiği klişe sözler vardır, büyük zorluklar içinden gelip büyük başarılar kazanmış insanlara bakıp, küçük bir “Helal olsun.” der geçeriz mesela. Büyük zorluklar içinden gelip, büyük başarılar kazanmayan ama hayatına devam eden insanlaraysa pek bir şey söylemeyiz genelde. “Eee, ne var bunda?” diye düşünürüz, ne kadar zor olduğunu bilmeden. Bu zorluklar içinde yetişene saygıyı ender duyarız zaten de; yetiştiren pek aklımıza gelmez. İşte teyzesi, bu yüzden onun en büyük şansıydı. Anası babası ölmüş bir çocuğu, kalan tek akrabası olarak, sadece emekli aylığıyla nasıl büyütebilirsin? Kirası, faturası, yol parası, mutfak masrafı, temizlik masrafı, boku püsürü… Nasıl yettirirsin? Nasıl mümkün olur? Murat’ı eve ek gelir getirsin diye sanayiye vermedi, hiçbir işte çalıştırmadı. Bir gün olsun “Bu ay sonunu görür müyüz?” endişesini Murat’a yaşatmadı. Murat arsız bir çocuk değildi, saçma isteklerde bulunmazdı; ama canı küçük de olsa bir şey istediğinde, teyzesi ona hep sağlardı. Temiz kalbin, iyi niyetin, sonsuz sevginin timsaliydi adeta.

Murat liseyi bitirdi, iş başvurusu yapmaya başladı. Üniversiteye gitmek gibi bir planı yoktu, okumayı çok seviyordu; ancak öyle bir masrafın altından kalkma imkanları yoktu. Gariban bir çocuktu; ama eyvallahı yoktu. İş hayatına girince - ki bu sandığınız business life değil; bela sikmek odaklı bir konsept. Bugünün mobbingleri, o günün lütufları - kafayı yiyecek  duruma geldiği çok oldu. Kafa attığı da çok oldu. Başlarda ona para vermeyi taahhüt eden işverenin, toplumun genelinde en büyük göt veren olduğunu anladı.

Usta – çırak işlerinde çalıştı önceleri. Ancak eline belli bir para geçmiyordu. Her ay değişiyordu. Sözleşmeyle çalışacağı bir işe geçmeye karar verdi. Sözleşme şartlarında uyulan tek şeyin eline geçen para olduğunu görüyordu. Mesai mesela hiç 5’te bitmiyordu öyle yazmasına rağmen. “Aman neyse, param yatıyor nasıl olsa, gerekirse fazla çalışayım.” mantığı ona göre değildi. Herkes o mantıktayken, o insanlara bunun yanlış olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Diğerleri ona hak veriyor; ancak öyle bir hareket yaparlarsa işlerinden olacaklarını söylüyorlardı. Sömürüldüğünü hissettiği her an, işverene gidip isyan eden bir insandı. O yüzden zaten çok kafa attı, çok kafa yedi, yeri geldi bıçak yedi. Yaklaşık 15 farklı iş tecrübesinden sonra, bir sağlık kurumunda hasta kayıt bölümünde işe girdi. İlk defa 5’te biten bir işi vardı, söz verildiği gibi. Maaşı ne söylendiyse o şekilde eline geçiyordu. Çalışan insanlarla arası fena değildi. Huzurun ne olduğu hakkında çok bir fikri yoktu; ama buna yakın bir şey olmalıydı. Kafa atmaya ara sıra devam ediyordu. Bu onun vazgeçemediği bir şey değildi aslında. Hak edene atıyordu sadece. Artistlik yapan, çakallık yapan, hakaret eden hasta ve hasta yakınlarına kafa atmaktan imtina etmiyordu.

Murat bir işçiydi, siyasi görüş olarak önceliği de işçi haklarıydı. İşçiye değer verdiğini söyleyen, adını işçiden alan bir partiye oy veriyordu. Onların yayınlarına abone oluyor, hatta onların devamlılığı için kazandığı 5 kuruş paranın 3 kuruşunu onlara bağışlıyordu. “Gün olacak, devran dönecek.” diyordu. Ondan fazla maaş alan insanların hakkını o savunuyordu. Biliyordu, kömür işçiliği zordur, tehlikelidir, çalışmıştı çünkü. Amelelik zordur, biliyordu. Daha pek çok farklı emekçiliğin zor olduğunu biliyordu, daha iyi ve daha sağlıklı şartların sunulmasının gerekliliğini çevresine anlatmaya çalışıyordu. Etki alanı dar olduğundan ötürü, cebindeki 3 kuruşu bunları söylesinler diye partiye veriyordu. Ancak Murat’ın çevresi ne kadar darsa, o partinin de ulaşabildiği kitle o kadar azdı; ülkede en yaygın sınıf işçi sınıfı olmasına rağmen.

Evlenmedi Murat, teyzesiyle yaşadı hep. Ayrı eve çıkabilecek kadar para biriktirdi, ama yapmadı. Onunla mutluydu. 34 yaşına geldiğinde, teyzesini kaybetti. Hayatının en büyük üzüntüsünü o zaman yaşadı. O günden beri de, pek gülmedi, hala gülmüyor. Yüzünü tekrar güldürebilecek tek ihtimal olduğunu düşünüyor, o da işçi devrimi. Umudunu kaybetmedi hiç, bir gün tüm emekçilerin hakkını alacağına inandı hep. Göremedi henüz, göremeyecek de; gülemedi henüz, gülemeyecek de…

Sustuğun Kadar İyisin

Bir işim var. Uzun zamandır çalışıyorum. Ben de, çoğu kişi gibi alt kademeden başladım. Eve dayak yemiş gibi döndüğüm günleri iyi hatırlıyorum. Hala daha da yorgun dönerim ama her gün aynı dayağı yemeye bile alışıyor insan bir süre sonra. Şu an bulunduğum konum itibariyle birilerinin patronu, birilerinin işçisiyim. İlk girdiğimde herkesin işçisiydim. İlk girdiğimde masumdum da. Bir zamanlar neslimin çoğu üyesi gibi, insanın sevdiği bir işe sahip olabileceğini düşünebilecek kadar masumdum. Altımdakilere sürekli olarak işlerini severek yapabilmeleri adına nasihatlarda bulunuyorum. Bu tür sözleri iyi biliyorum çünkü benden üst olanlar da sürekli olarak bana anlatıyor. Sadece, artık inanmıyorum. İnanmadığımı hem anlatanlar, hem de anlattıklarım biliyor. İki rolüm var. Yerine, zamanına göre birinin oynamam icap ediyor.

 Günün birinde evimin bir kısmını gökyüzü mavisine boyatmak istedim. O kadar çok kapalı alana maruz kalıyordum ki, kafamı yukarı çevirdiğimde çoktan güneş batmış oluyordu. İnsan sadece işinde, ilişkilerinden değil, evinde bile kandırmak zorunda kalıyor kendini. Duvarlara bakarak rahatlayacağını düşünen tek ırk biz isek, düşünmeyi çok yanlış anlamışız demektir . Boyacıyı bulup uzatmadan derdimi anlattım. Sen hiç merak etme abi dedi, bu evi dört tarafı denizlerle çevirili bir kara parçasına dönüştüreceğim. Anahtarı kendisine teslim ettim. Güvenirim işçilere. Eve ekmek götürmenin derdindedirler. Hep ezilen taraftadırlar. İşten çıktığım gibi eve geldim. Eve boyacının geldiği günle 50 tl'min kaybolduğu gün aynı gündü. Az biraz üzüldüm. Kazanmanın zor olduğunun farkındayım. Boyacı işi bir günde sonlandıramadı. Söylediklerini zamanında yaptıklarını hiç görmemiştim zaten. Ertesi gün bir 50 tl daha eksilmişti şifonyerin orta çekmecesinden. İşçinin yevmiyesini vermek için sakladığım zula gittikçe eriyordu. Yılda ortalama 20 tl kaybeden biri için, iki günde 100 tl ortalamanın çok üstündeydi ve hafiften kuşkulanmaya başlamıştım. Boyacının rötuşlar için geldiği üçüncü günle, toplamda 150 tl kaybettiğim gün de aynı gündü. Fırçayı aldığım gibi ağzına vurdum herifin. Boğazına yapışıp senin hayatının dar ederim ederim dedi ona. Bir sürü küfür etti karşılığında. Güzel pataklamıştım. Pek karşılık vermedi. Muhtemelen suçluluk duyuyordu ve artık benden nefret ediyordu. Nefret etmek hakkıydı. Ona tüm bunları yapmasam da benden nefret edecekti. Beyaz yakalılardan, evini boyatanlardan, güzel karısı olanlardan, beyefendi kılıklı tiplerden, dolma kalemlerden, stüdyo dairelerden, yeni apartmanlardan, boya kokusundan, sıçratan fırçadan, pervazlardan, kartonpiyerlerden, duvar kenarlarından, boyalı pantolonundan, kötü çaydan, az paradan, kimsesiz olmaktan, fakirlikten, hizmet etmekten, tırnaklarından, nasırlarından, her şeyden nefret ediyordu. Sinirim geçtiğinde ikimiz de yerde uzanıyorduk ve ben bir süre sonra gülmeye başladım. Boyacının nefret ettiği her şeyden benim de nefret ediyor olmam komik gelmişti. Takım elbiselilerden, patronluk taslayanlardan, kötü simit sarayı çaylarından, bekar hayatından, güzel bir eşe sahip komşumdan, ütüsüz pantolonlardan, küçük dairelerden, dolma kalemlerden, sömürenlerden nefret ediyordum. Birbirimizden farkımız yoktu. Hatta kıyaslama yaptığımızda, ben ondan daha çok onun haklarını savunur durumdaydım. Sefil değildim, ama işçiler için eylemelere giderdim. Bir sendika üyesiydim. Zenginlere, ezilen sınıftan daha çok ses çıkarıyordum. Yapmak zorunda değildim. Dediğim gibi, para ve sahip olduğum haklar konusunda sefil değildim ama yine de yapıyordum. İktidara baş kaldırıyordum, ama o kaldırmıyordu. İşçiler böyleydi. Şikayet ederlerdi ama eyleme geçmezlerdi. Kendi adeletlerini yalnız başlarına sağlayabileceklerini düşünürlerdi. Tomurcuk kokulu bir çay demleyip epey sohbet ettik boyacıyla. En favori yazarımın Bukowski olmadığını ama en favori filmlerinden birinin Factotum olduğunu anlattım ona. İşinde dikiş tutturamayanlardan bahsettim. Yeraltı edebiyatını anlattım. Ölü doğanları, her gün ölüp yeniden doğanları anlattım. Boyacıya ben de aslından senin gibiyim demek için elimden geleni yaptım. Gariptir ki, tüm bu meseleleri altımdaki iki elamandan birini çıkartmam gerektiği söylendiğinde kanıksamıştım. Ne zordu birinin işine son vermek... Karşındakine silahla ateş etmek gibiydi. O an patrondum, ama daha çok işçi gibi hissediyordum.

 Başta yapmam gerekiyordu ama unutmuşum. Size kendimi tanıtmama izin verin. Bana "Patron" derler. İsmimi bilen üç-beş kişi kaldı. İkisi annemle babam. Ki onlar da, ciddi görünmek istedikleri anlar dışında 'Patron' diye seslenirler. Diğerleri ise eski arkadaşlarımdan bazıları. Emek dediklerinde dönüp bakmıyorum bile artık neredeyse. Hayatımdaki birçok şey ismimin önüne geçti. Bana başka yol bırakmadılar. Her zaman başka yol vardır martavalından sıkıldamadınız mı gerçekten? Herkes aşağı yukarı biyolojik ve çevresel faktörlerin çizdiği yolda ilerliyor. Sadece kabullenip itiraf etmeye kalmış tüm kader. Küçüklük yıllarımdan beri bir işin başına geçeceğim, patron olacağım öngörülüyordu. Aldığım eğitim, duyduğum laflar, sosyal çevrem, aklınıza gelebilecek hemen hemen her şey patron olabilmem doğrultusunda gelişti. Daha 12 yaşında derslerim iyiyken patronlar böyle çalışkan olur dendi. Şekere ve aburcubura abanıp kilo aldığımda patron dediğin koltuğu doldurur zaten dendi. İkinci kez izninizi istiyorum. Gece kulübünde bir çarşamba günü partisine davetliyim. Gitmem lazım. Bazen patron olmam gerekiyor.