fiko

Haftanın Konusu

Yeni konumuz "Hayır, hayır, hayır... Kime söylüyorum ki şarkıyı?'. Bu kez her şey çok basit: ya evet diyeceksiniz, ya hayır...

19 Mart 2017 Pazar

Deutsch Lernen


2007 yılının yazında, bir aylığına acı vatanın tatlı şehrindeyim, şu mızıkacıları ile ünlü olan şehirde. Dünyanın dört bir yanından gelen Almanca sevdalılarıyla birlikte Bremen Üniversitesi Kampüsü içinde ders veren Goethe Enstitüsü’nün Almanca kursuna katılıyor, Bremen şehir merkezindeki evlerde diğer kurs öğrencileriyle birlikte kalıyoruz.

Yukarıda gördüğünüz fotoğrafta yer alan dört kişiden üçü ev arkadaşım (dördüncü şahıs naçizane ben oluyorum). Oda arkadaşım, fotoğrafın en sağındaki Polonyalı Piotrek. Diğer odada ise Rus Mikhail’le (en soldaki) ABD’li Tim (soldan ikinci) kalıyor. Sıcak ve soğuk savaş bitmiş anlayacağınız. Bu ikili kafası kıyak gezen nesilden, oda arkadaşım Piotrek de içiyor, ancak biz aramızda İngilizce konuştuğumuz için bizim ekibimizle nadiren dışarı çıkıyor. Bizden daha iyi Almanca bilen Piotr, Almancasını daha da iyi yapabilmek için sınıf arkadaşlarıyla takılmayı tercih ediyor, aramızdaki en mantıklı çocuk o anlayacağınız. Arada benim öğrettiğim Türkçe küfürleri kullanıp, verdiğim tespih ve Türk bayrağı ile fotoğraf çektirip Fenerbahçe marşları söyleyecek kadar da seviyor beni. Ben de onu seviyorum tabii.

İki oda bir mutfaklı bir evde, Sielwall durağına 2 dakika yürüme mesafesinde kalıyoruz. Temel yabancı dili İngilizce olanların “saylvool” diye okuduğu, ancak Almanca “zilvâl” diye okunan bu durağa sabahları beraber gidiyor, kurs bitiminde eve beraber dönüyoruz.

Dört kafadar olarak, bir gün kurstan eve döndüğümüzde hemen apartman girişindeki dairemizin kapısını bir türlü açamıyoruz. Herkes kendi anahtarını deniyor, tık yok. Evin sahibi Alman abimiz için “yoksa?” diyoruz, apartmana tersten bakıp balkonumuzu kesiyoruz, ev boşaltılmış mı diye. Gördüğümüz kadarıyla eşyamız duruyor.

Acıkıyoruz bir ara, evin yakınlarından hamburger alıp apartman kapısının önünde yiyoruz, kafamızda soru işaretleri, arada kapıyı denemeye devam ediyoruz. Çaresize yakınız, o sırada apartmana giren, üst katımızda oturduğu anlaşılan ve Alman olduğu her hal ve hücresinden anlaşılan bir ağabeye İngilizce “çok uğraştık ama kapıyı açamadık, siz de bir deneyebilir misiniz?” diyoruz. Adam çok sert bir şekilde “no” diyor. Öyle soğuk bir no ki bu, kaskatı kesiliyoruz. Evine girdiğinden emin olunca herkes kendi dilinde adama küfrediyor. Dil ve vicdan özgürlüğümüzü sonuna kadar kullanıyoruz. Adam Tim’in “fuck you”sunu duyuyorsa anlıyor gerçi. Hatta Türk komşularından etkilenmişse benim söylediğim “göt oğlanı” tabirine de yabancı olmayabilir.

Sonuçta adam bize yardımcı olmuyor. Ben bir ara, tramvay durağının karşısındaki Türk internet kafesine gidip Bremen tecrübesi boyunca ahbap olduğum adama danışıyorum, ne yapalım diye. “Kapıyı hiç mi açamıyorsunuz” diyor, birkaç akıl veriyor. Kapıyı denemeye devam ediyoruz. Baktık olmayacak, evin alışverişlerini yapalım bari diyoruz; kağıt havlular, sular, biralar, çerezler alıyoruz. Eve giremiyoruz, ama evin alışverişini yapmaktan da geri durmuyoruz. Çilemiz bir saatten fazla sürüyor. Artık evin sahibini arayacak, “sen ne ayaksın lan?” diyeceğiz. Derken ben “Durun, kapının altına halı sıkışmış olabilir” diyorum. Kapının altına halı sıkıştığında kapının zor açılması durumlarına o dönem şahit olmuşum demek ki. Aldığımız kağıt havlulardan birkaçını elime sarıp bundan güç alarak son bir kez deniyorum kapıyı. Çocukluğumda yaptığım gibi “ayı gücüüüüü” diye bağırarak anahtarı çeviriyorum; tak, açılıyor kapı. Deparla giriyoruz eve, peşine birkaç saniye arayla “hayırına soktuğum” diye üst kat komşusuna sövüyoruz, “farklı dillerde”.

* * *

O yaz Türkiye Süper Kupa maçı Köln’de oynanacak. Takımlar Fenerbahçe ve Beşiktaş. Atlıyorum trene, gidiyorum maça. Fenerbahçe o sene şampiyon olmuş, kadroya Roberto Carlos da katılmış, Carlos’un Fener formasıyla ilk resmi maçı. Rüştü de Beşiktaş formasıyla Fenerbahçe’ye karşı ilk kez oynuyor. Tribünlerdeki Fenerbahçeliler Rüştü’yü tribüne çağırıp alkışlıyor maçtan önce. Maçı daha da güzelleştirmek için bira almaya gidiyorum. Hemen biradan bir yudum alıyorum, yalnız tadı bir garip, alkolsüzmüş. Halbuki benim amacım maçı güzelleştirmek, böbrek taşı düşürmek değil, alkollü istiyorum diyorum, Türk bir görevliye “abi birayı alkollü verir misin” diyorum, görevli abi sert bir “hayır” diyor. Acı vatan, acı vatandaşlarına ve bana alkolsüz bira veriyor. Fenerbahçe maçı 2-1 alıp kupayı kaldırıyor. Mutlu mesut o gece dönüyorum Bremen’e.

Bundan 13 gün sonra Bundesliga’da, yani Alman 1. Futbol Ligi’nde Werder Bremen - Bayern Münih maçı oynanacak. Biletler çoktan kapışılmış, kombine biletlerden de kaynaklı olarak bilet bulmamız çok zor. Ama Tim, bir internet sitesinden kovalıyor maç biletini, erken davranıp bilet alan bir Alman kızdan, normalde 13 Euro olan kale arkası biletini 50’şer Euro’ya ben, Piotr ve Tim alıyoruz. Mikhail futbola ilgisiz, biz ise son derece istekliyiz. “%100 Werder” tişörtlerimizle ve uydurduğumuz tezahüratlarla tramvaya biniyor, çok kısa sürede ulaşıyoruz stada. Vagonlarda Bayern Münihlilerle Werder Bremenliler tatlı tatlı atışıyor. Stat çevresinde iki takım taraftarı birlikte arıyor maçı izleyeceği blokları. Bremen’de Bayern’e, albümlerinde Bayern aleyhine şarkılar bestelenecek kadar derin nefret beslenmesine rağmen…

Werder’de Mertesacker, eski Fenerli Diego, eski Beşiktaşlı Hugo Almeida varken; Bayern’de kalede efsane Oliver Kahn, savunmada Lucio, orta sahada Schweinsteiger, Ribery var, ileride de Miroslav Klose ve Luca Toni. Maçın hakemi de Markus Merk.

Klose, Werder Bremen’den gittikten sonra Bayern formasıyla Bremen’e karşı ilk maçını oynuyor, o maçın Rüştü’sü de o. Maç boyunca ıslıklanıyor Klose. Bu arada Bayern Münih’te bizim Hamit de var. Hatta maç sırasında bir ara Werderli bir taraftar top ondayken “Scheiss Türke” şeklinde ırkçı söylemde bulunuyor ve yanımdaki Piotr ve Tim’in yüzü tam o esnada bana dönüyor. Gidip bira alıyoruz, “alkollü”. Biramızı keyifle içip maçı seyretmeye devam ediyoruz. Bayern, Werder’i 4-0 yeniyor, gollerden birini de Hamit atıyor. Werder’le göbek bağımız yok, çok da üzülmüyor, mutlu mesut evimize dönüyoruz, ama benim aklımda 13 gün evvelki o alkolsüz bira. Bira satıcısı aklıma geliyor, “hayırına soktuğum” diyorum, “Türkçe”.

* * *

Kurs bitiminde Tim’le 2-3 günlüğüne Berlin’e gidiyoruz. Tim’in tipi zaten Türk gibi, oradaki Türk restoranlarına girdiğimizde ilk bana değil, ona “buyur kardeşim” deniliyor, yabancılık çekmiyor Tim. Duraklardan aldığımız tramvay biletleriyle şehri güzel güzel geziyoruz. Artık son gün, son tramvay yolculuğu, yanımızda madeni para yok, “Bremen’de bir ayda, Berlin’de iki günde hiç sormadılar bilet, şimdi de sormazlar, gidip oturalım tramvaya” diyor Tim. Tim’in dışı değil, içi de Türkleşiyor anlayacağınız.

İneceğimiz durağa birkaç durak kalmışken vagona Amerikan futbolcu tişörtlü bir “polizei” geliyor. Gerçekten polizei, kartı filan var, “biletleri görelim” diyor. Bizim için “Achtung” çanları, “we are fucked” diyor Tim, “I agree” diyorum. Adam bize biletleri soruyor, o sırada ana dilim İngilizce oluyor bir anda, TOFEL, IELTS hepsini veriyorum. Takır takır anlatıyorum derdimizi; biz bir ay Bremen’de kaldık da, amacımız “Deutsch lernen” de, bu da öğrenci kartımız da, orada trenin içinden bilet alabiliyorduk da, burada da o sistem var sandık da, burada yokmuş da, inişte alacaktık da, ne yapalım da, Tim sen de bir şeyler söylesene de…

Tim “arkadaşımın beyanlarına aynen katılıyorum” diyor, “sorun biletse, biletimizi alırız abi sorun yok” diyoruz; polizei çok sert bir “nein” diyor, ciddi bir para cezası uyguluyor bize. Adam başı, yanılmıyorsam 65-70 Euro para veriyor, trenden çıkarılıyoruz. “Şimdi gidin şu makineden bilet alın” diyor polizei. Paşa paşa alıyoruz. O dönem Euro o kadar da pahalı değil gerçi, henüz Türkiye üzerinde o kadar büyük oyunlar oynanmıyor, üçüncü havaalanı inşaatına başlamamışız.

Ama yine de öğrenciyiz, ciddi maddi kayba uğruyoruz. Gideceğimiz yere vardıktan sonra da, “hayırına soktuğum” diye polizei abiye sövüyoruz, “İngilizce”.

Birkaç gün sonra Hamburg üzerinden Türkiye’ye dönüyorum. Aklımda; biri para, biri bira, biri zaman (ve kağıt havlu) kaybına uğratan hayırlar.

* * *

Almanya fotoğraf alışverişlerimiz için yabancı dostlarımın tavsiyesiyle açtığım, o dönem çok az kişi tarafından bilinen Facebook’a Almanya fotoğraflarını yüklüyor, albümümün adını “Goethe geldim” koyuyorum. Küçüğüz o zamanlar…

Yok Olsun Benden Olmayan




Kendini özgürlükçü tanıtanından muhafazakar geçinenine, veya gerçekten öyle olup da belli tabuları yıkamayan insanlara hayır demek için yazıyorum. Günlük yaşamda hayır denecek çok fazla olay olmasına karşın; aklıma ilk gelen 'hayır'lar bunlar. Anlatabildiğim kadarıyla anlatayım.

Çoğunlukla maddi imkansızlıklar yüzünden bu yolu tercih eden; bunun yanında öyle hissettikleri için, tamamen kendi istekleriyle seksüel seçimlerini yapan “trans bireyler”... Tek tük işletmeler dışında iş imkanı tanınmayan, seks işçiliği haricinde gelir kapısı bulunmayan, belli semtler dışında yaşam fırsatı verilmeyen, çoğunluğun nefret ettiği insanlar. İstedikleri yerde yemek yiyemezler, istedikleri yerde içki içemezler, istedikleri yerde dolaşamazlar, aşık olamazlar, mutlu bir aile hayatı kuramazlar; kanuna uygun yürüyüş düzenleseler sırf trans birey oldukları için dayak yerler... Neden? Toplum ahlakımıza aykırıdır çünkü. Çocuk istismarının, kadın cinayetlerinin ve kadına şiddetin, gereğinden fazla açık giyinmeye fiziksel tepki göstermenin(gereği neyse!) olağan hale gelmiş olduğu toplum ahlakımız, aslında herkesle aynı hakları haiz bu insanlara tepki gösterir. Pardon, hafif kaldı; tepki gösterir, canı isterse öldürür. "Ya aslında eşcinsel ilişki Osmanlı'da da vardı." gibi bir muhabbete girmeyeceğim. Osmanlı'da var olduğu için değil; insan olduğu için saygı duymak zorundasın. Sen heteroseksüelsin, o değil diye zarar veremezsin, öldüremezsin. Hoş, bizim muhteşem toplum ahlakımız tüm kurumlarımıza sirayet ettiği için, bu tür cinayet işleyenlerin kolluk kuvvetlerince sırtı sıvazlanmakta; kendilerine yargı makamlarınca harika ceza indirimleri talep edilmekte ve taleplere uygun cezalar hükmedilmektedir. Sıklıkla gerçekleşen bu olayları gördüğünüzde verdiğiniz tepki “İyi olmuş ibneye, gebersin travesti, karı kılıklı totoş” gibi, güya aşağılama amacı güden saçma cümleler kurmak ise, sıçayım sizin beyin kıvrımlarınıza. Yaşam hakkını ihlal etmenize HAYIR, cinsel ayrımcılığınıza HAYIR!

Üniter devlet yapısının sürekliliğini savunmanıza rağmen; benzer yaşam tarzına sahip olmadığınız, benzer inançları taşımadığınız, benzer siyasi görüşleri desteklemediğiniz insanların öldürülmesini haklı gören pis anlayışınıza da HAYIR! Tek ortak paydanız ve en büyük kırmızı çizginiz vatan sınırları iken, bir arada yaşama zorunluluğunu göz ardı etmeniz; bir diğer deyişle bir arada yaşarken diğer tüm görüşleri baskı altına alıp, hakimiyet kurma isteminiz bahsettiğim. İçki içene “ayyaş pezevenk”, din kurallarına uygun yaşamaya çalışana “yobaz çomar”, hiçbir dine inanmayana “Allahsız köpek”, bir arada yaşamanın mümkün olmadığını dile getirene “kansız orospu çocuğu” dediğiniz, karşıt görüşten biri öldüğünde “iyi olmuş piç kurusuna” diyerek keyiflendiğiniz; yeri geldiğinde diri diri yaktığınız, yeri geldiğinde pusuya düşürüp döve döve öldürdüğünüz, canınız isterse kafasına sıktığınız bu kokuşmuş sisteminize HAYIR!

Düşünmeyi, kafa yormayı, sorgulamayı lüzumsuz görüp; toplumun dayattığı normları doğru kabul eden, “genel doğru” diye bir kavramın var olamayacağını anlamayan; farklı fikir üretenin başını ezmeye çalışan, çakallığı zekilik gören; dilinin, bilgisinin bittiği yerde kaba kuvvete başvuran, ahlaksızın önde gideniyken kendinden olmayanı ahlaksızlıkla suçlayan, başkasının acısından keyif çıkaran, özü sözü bir görünüp yalanın içinde boğulan iğrenç karakterinize HAYIR!





Hayır Yani, Anlamadım Şimdi...

"Aldanmak yaptığımız her işte şaşmaz yazgısı hepimizin. Her sabah parlak işler tasarlar, gün boyu budalalık ederim."
                                                                                                         Voltaire

***

Bulunduğu oda, iki odanın birleşiminden oluşan, salon gibi bir yerdi. İki odayı birbirinden ayıran, buzlu camlı ahşap gövdeli, salonun ortasında iki yana açılan büyükçe kapılar vardı. Bu kapılar genelde açık olurdu. Zaten salonun küçük odasına geçmek için başkaca bir kapı yoktu. O odaya ya da salonun o kısmına gitmek için, oturduğu köşenin tam çaprazındaki kapıyı kullanmak gerekiyordu. Odaya girenler, doğrudan onun yanına gelirler; sonra kendi işlerine bakarlardı. O da, yüzünde eksik olmayan içten gülümseme ile onlara karşılık verirdi. Oturduğu yerden odanın içerisindeki her şeyi görür, gireni çıkanı göz ucuyla takip ederdi.

Odanın iki duvarını boydan boya kapatan L şeklindeki demir sedirin tam köşesinde, her zamanki yerinde, üzerinden çıkarmadığı mavi tulumu otururdu hep. Kollarının altında büyükçe bir minderler dururdu. Elinden gazete düşmezdi. Çoğu zaman, bir kağıda ya da not defterine kendince bir şeyler karalardı. Gazeteyi de, karaladığı kağıtları da buruşturur atardı sonra. Bazen de tespih olurdu elinde, ondan çıkan sesi severdi. Günlerini o köşede geçirirdi çoğunlukla.

Anlamaya çalışırdı olan biteni; pek ses çıkarmadan…

Henüz, 4-5 aylıktı.

***

Futbolu çok seviyordu. Galatasaray ya da Milli Takım yenildiğinde ateşlenir, hastaneye götürülürdü. Maç günleri, sabah dokuzda kumandayı eline alıp, köşedeki yerini alırdı. Daha 3-4 yaşlarındayken, mahalle maçlarını duvarın üzerinden izler, anneannesi bu sayede kolaylıkla yemek yedirebilirdi. Hiç itiraz etmezdi.

5-6 yaşlarına geldiğinde, sabah akşam futbol maçlarını izliyor, gazetelerdeki yazıları okuyor, takım kadrolarını defterine yazıyor, televizyon kanallarındaki 3-5 dakikalık spor haberleri saatlerini ezbere biliyordu.

Mahalleli çocukların yüz tipi, fiziği ve ten rengi nedeniyle Madida Abi dedikleri, kendinden 10 yaş kadar büyük biri en iyi top oynayan kişiydi ona göre. Her iki ayağıyla da çok sert şut çekebilirdi. O şutların o kadar sert olmasını, Madida Abi’nin sarı renkli, markasının Mekap olduğunu sonradan öğrendiği ayakkabıya bağlıyordu. Kimse ayağından top alamazdı. Çok iyi top oynardı Madida Abi.
Madida Abi severdi onu hep, “gel sen de oyna hadi!” derdi. Kaleci olurdu hemen. Çok sert şutları çıkarırdı ya da ona öyle gelirdi. “Acaba beni sevdiğinden mi gol atmıyor Madida Abi?” diye düşünürdü.

Birinde, apartmanın bahçesinde top oynayan çocukları izliyordu. Madida Abi, çok sert bir şut çekti. Top, apartman girişindeki lambaya gelmiş ve lamba paramparça olmuştu. Herkes alelacele kaçıştılar. Madida Abi’ye bakıyordu o. Kaçıyordu Madida Abi. Ne yapması gerektiğini söyler diye bakıyordu Madida Abi’ye. Dönüp bakmamıştı bile Madida Abi.

Bir anda ortadan kaybolan 8-10 kişilik grubu düşündü. Lambayı ve yerdeki cam parçalarını düşündü. Apartman bahçesinden hiç çıkmamış olmasına rağmen, kendince büyük bir cesaretle bahçeden dışarı çıktı yürüyerek. Sonra duvarın etrafında dolaştı. Bilmediği, görmediği yerlerdi. Sonra sanki dışarıdan geliyormuşçasına bahçeye girdi yeniden. Eve çıktı. Titriyordu korkudan. O kırmamıştı lambayı. Polis gelirse anlatacaktı her şeyi. Madida Abi kırmıştı ve arkasına bile bakmadan kaçmıştı.

Anladı ki, Madida Abi bilerek yavaş şut çekmiyordu ona. Hakikaten kurtarmıştı o şutları.  

Ufak ufak anlamaya başlıyordu olanı biteni. Kendince…

Henüz, 4-5 yaşlarındaydı.

***

Her gece, uyumadan önce, tamamlanan günü düşünüyordu. Gün içinde ne düşündüğünü, ne hissettiğini düşünüyordu. Analiz etmeye çalışıyordu, hissettiği ya da düşündüğü şeylerin hangi dönemdeki hangi nedenlere dayandığını analiz etmeye çalışıyordu. Düşünüyordu, düşünüyordu, anlamaya çalışıyordu.

Düşündüğü her şeyi yazdı. Sigmund Freud’dan, James Joyce’tan, Italo Calvino’dan, Virginia Woolf’tan, Yusuf Atılgan’dan bihaber bilinçakışı tekniğinden örnekler sunuyordu.

Var olup olmadığına bakmaksızın, her şeyi yazdı. Düşündüğü düşünmediği, hissettiği hissetmediği, aklından ve içinden geçen geçmeyen, geçer gibi olan ne varsa…

Kavramlara merak saldı. Kelimelere, kelimelerin barındırdığı anlamlara. Anlamları anlamlandırmaya çalıştı. Düşünceleri, özü, hissiyatı, gerçeği anlamaya çalıştı.

Anlıyordu yavaştan. Kendini sadece…

Henüz, 15-16 yaşlarındaydı.

***

Yazdığı her şeyi, bilgisayara geçirmişti. Onca düşünceyi, onca hissiyatı, CTRL+F ile bulma lüksüne sahip olmak istemişti. Hayatta hiçbir şeyin istediği gibi olmayacağını anlayınca her şeyi sildi bilgisayardan.

Defterlerini de yaktı.

Anlaşılmayacağını anlamıştı.

Henüz, 20-21 yaşlarındaydı.

***

Kendini anlayacağını düşündüğü, anlayacağına inandığı insanları sevdi.

Anlaşılamayacağını bilmeden.

Anladı ki, anlayamayacak kimse kimseyi.

Henüz, 24-25 yaşlarındaydı.

***

İnanmaya başladı yeniden anlaşılacağına sonra yine.

Anlamamıştı hala demek ki.

Sonra anladı ki, anlayamayacak kimse kimseyi.

İnançlarını yitirdi.

Henüz, 26-27 yaşındaydı.

***

Şu an yaşıyor.

29 falan şimdi.

***

Not: Anlamak isteyen buyursun.
"We never change, do we?
  No.. No.."






Cevap Oralarda Bir Yerlerde


- Kazandığınız yedi Fransa Bisiklet Turu zaferlerinin hepsinde, yasaklı madde aldınız mı ya da kan dopingi yaptınız mı?
-  Evet...

Yalnızca bir kelimenin ardından tüm her şey değişmişti. Bir zamanların bisiklet kahramanı Lance Armstrong, sansasyonlarla geçen günlerinden ardından Oprah Winfrey'e verdiği tek kelimelik cevapla, kendisi dahil birçok kişinin hayatını geri dönüşü mümkün olmayan şekilde etkiledi. O konuşmanın üzerinden yaklaşık dört yıl geçti. Armstrong'un hayatı bir daha eskisi gibi olmadı. Olmayacak da. Bisiklet dünyasının da öyle...

Kendimle baş başa kaldığım o günlerde oturmuş, uzun süre Lance Armstrong üzerine düşünmüştüm.* İşin içinden çıkmak istiyordum çünkü, ağır şekilde kandırılmış hissediyordum. Bu hissi yenmenin yollarından biri, Lance'i, yaptıklarına rağmen, bir şekilde, kısmen de olsa haklı görebilmekti. Ama işe yaramadı. Hangi uçtan tutarsam tutayım, ortada çok büyük bir yalan vardı. Yalanın ötesinde ise, geleceğe paranayokça bakmamıza sebep olan çok büyük bir gerçek. Yalan ile gerçek yine bir aradaydı. Biri geçmişi, biri geleceği karartıyordu.

Günümüzde, insanların septik yaklaşımlar sergilemesine direkt olarak 'deli bu' yaftası yapıştırmaya bayılıyoruz. Fakat olayın arka planı bu kadar basit değil. Herkesin kendine göre tanımladığı hayat denilen zaman düzleminin büyük bir kısmı, kişinin kendi doğrularını bulma çabası ile geçiyor. Bu doğrular ise, yapılan hatalar pusulasına göre yön buluyor. Aldığımız domates kötü ise, aynı manava gitmek istemiyoruz. Gitsek bile, aklımızdaki acabalar sonunda ya daha az miktarda alıyoruz ya daha fazla para verip kaliteli sandığımıza yöneliyoruz. İnsani ilişkilerde aldatılmak da öyle. Tekrardan güvenmek zor. Yeni birileri, masumiyet karinesinin yakınından bile geçmiyor. Hepimiz olağan şüphelileriz. Tüm bu kontrol manyaklığı belki de bu yüzden. Daha fazla canımız yanmasın diye. Doğruları yapmak için. Keyif almak, mutlu olmak için. Yani aslında bakarsanız kimse deli değil. Aksine, herkes gayet de akıllı.

Lance tahttan indiğinde bisikletin yeni hükümdarları Britanyalılar oldu. SKY takımının bünyesindeki pedallar, diğer herkesten daha hızlı ve daha güçlüydü. Lance'in itirafından sonra geçen dört sene içerisinde -arada Astana'dan Vincenzo Nibali'yi saymazsak- SKY'ı geçebilen olmadı. SKY'ın parlak çocuğu Chris Froome'un 2013'teki ilk zaferinde çoğu kişi Lance'i unutmaya yaklaşmış, tekrardan bisiklete sarılmaya başlaşmıştı. Çünkü yeni bir kahraman geliyordu. Yeni bir yıldız... Tour de France 2015'in ardından 2016'da üçüncü Froome zaferi geldi. Tamam artık demenin zamanıydı. Eskiye, kötüye ve şüpheye sünger çekmemiz gerekiyordu. Bisikletin yeni sarı mayosunu* konuşmamız icap etmeliydi. Maalesef olmadı. Yine başa sarmıştık. Froome kazandıkça Lance'i daha çok hatırlamaya başladık. Canımız bir kere yanmıştı. İkinci kez aynı şeyi tecrübe etmek istemiyorduk. Gelecek, geçmişi unutturacağı yerde, tabağı ısıtıp tekrardan önümüze servis etmişti. Tüm gözlerde aynı bakış vardı. Froome temiz miydi, yoksa Lance gibi usta ve teknolojik bir düzenbaz mıydı? Geçmiş ile gelecek yine bir aradaydı. Tıpkı bisikletin iki tekeri gibi. Birbirlerini takip eden yalan ile gerçek gibi.

Bugünlerde SKY ile ilgili çıkan haberleri takip etmekte zorlanıyoruz. Kazan, her geçen gün daha da kaynıyor. Lance'in geçtiği evreleri dün gibi hatırladığımızdan, Froome ve SKY hakkında söylenenlere eskisi kadar şaşırmıyoruz. Ama, yine de gerçekle yüzleşmekten kaçınıyoruz. Hiçbirimiz deli değiliz. Akıllı davranmaya gayret ediyoruz. Geçmişi; yalanlarla, boşa geçen zaman olarak nitelendirmek istemiyoruz. Aynı hatayı tekrarlayan ahmak durumuna düşme niyetimiz yok.

Hatalar, hayal kırıklıkları ve pişmanlıklar, travmaları beraberinde getiriyor. Devam etmek istiyorsak şayet, ders alıp tekrardan adım atıyoruz. Doğrumuzun peşine düşüyoruz. Geçmiş, doğruya yönelmemiz için sürekli olarak aklımıza geliyor. Şüpheyi, bir ışığa çevirmeye çalışıyoruz. Kimi, o ışıkla daha da karanlığa saplanıyor. Ama biliyoruz ki, gerçek oralarda bir yerlerde. Televizyonu açsak, göreceğiz. Gazetenin herhangi bir sayfasına baksak, anlayacağız. Bir meclis oturumu izlesek mesela. İçeride olanları kısa süre gözlemlesek. Henüz kapanmadıysa, o internet sitelerinden birine girsek.

Çok yakın bir gelecekte Lance gibi ya 'Evet' ya 'Hayır' diyeceğiz. Geçmişi hatırlayıp, geleceğe iyi bakın. Gerçek oralarda bir yerde. Tüm her şey sere serpe uzanmış, bakmamızı bekliyor. Bunu biliyorsunuz. İyi düşünün. Hiçbir şey, bir daha eskisi gibi olmayabilir. Evet, Froome temiz olabilir. Öyle ümit ediyoruz. Ama biliyoruz ki, Lance temiz değildi.

*O vakitler, Lance'ten yola çıkarak yazdığım yazı.

*Fransa Bisiklet Turu'nda tüm etapların sonunda genel klasman liderine verilen mayo.