fiko

Haftanın Konusu

Yeni konumuz "Hayır, hayır, hayır... Kime söylüyorum ki şarkıyı?'. Bu kez her şey çok basit: ya evet diyeceksiniz, ya hayır...

2 Kasım 2015 Pazartesi

Keşkeli İyi ki


Tecrübe diye kabul edilen kavramın, hayattaki seçimler ve seçilmeler bütünü olduğuna inandım hep. Bürokratik veya kurallı işler için gerekli olan olaylarda tecrübenin önemini kabul etsem de; yaşamın özüne dair olaylarda tecrübeden faydalanmayı anlamlı bulmadım. Bahsettiğim elbette ki, içinde bulunulan zor durumun bir benzerini yaşamış birinin, bu durumun geçici olduğunu belirtmesi gibi bir şey değil. O benzer zor durumun nasıl atlatılacağına, ne yapılması gerektiğine ilişkin verilen tavsiyelerin doğruluğu ve geçerliliği konusunda olumsuz önyargıya sahibim. Nasıl ki iki olayın, birbirinin aynısı olması mümkün değilse; aynı olma ihtimalinde dahi taraflar farklı olduğu sürece verilecek tavsiyenin geçerliliği de anlamsız olacaktır. Genel ahlak denilen olgu, insanları, olaylara benzer tepki verme hususunda eğitmiş (aslında köreltmiş) olsa da; bireylerin farklılığı konunun özünde farklılık yaratacağı için tecrübeli olduğu iddia edilen kişinin vereceği tavsiye pek geçerlilik taşımayacaktır.

Günlük veya olağan olaylar dışında, kelime anlamıyla, seçmenin de seçilmenin de özü ego tatmini. Bir şeyin seçicisi olduğunuzda, onun geleceğinin şekillenmesinin tamamen dudağınızdan çıkacak lafa bakması, farkında olmasanız da içinizde müthiş bir özgüven patlamasına sebep oluyor. Yapacağınız seçim, sizin hayatınızı olumsuz yönde etkilese dahi, seçimi yapmış olmanın verdiği haz, etraflıca düşünüldüğünde müthiş tatmin edici bir duygu. Seçilmenin yaşattığı haz ise daha farklı ama; bir o kadar da yoğun. Seçmenin yaşattığı haz, çoğu zaman farkındalık oluşmadığı için anlaşılamaz olsa da; olumlu bir sonuç için seçilmiş olmanın yaşattığı haz, her zaman hissedilen yoğun bir gurur havuzu. Çoğunlukla, seçilmiş olmanın verdiği mutluluk duygusu, her zaman ulaşılmak istenen olsa da; bir durumun varlığını etkileyecek bir seçim yapma hissi, benim gözümde çok daha değerli ve çok daha arzu dolu.

Yaptığımız seçimlerin, sonuç odaklı olarak hep bir “keşke”si veya “iyi ki”si oluyor. Keşke dediğimiz sonuçlarda çoğunlukla kadercilik anlayışını seçerken; iyi ki dediğimiz sonuçlarda az önce söylediğim ego tatmini yolunu benimsiyoruz. Yaptığımız seçimin istediğimiz sonucu sağlaması halinde  zafer kazandığımızı düşünsek de, diğer seçeneği seçmiş olsak, yaşamın ne getireceği konusunda düşünmüyoruz. Keşkeyle sonuçlanan seçimlerde, diğer seçeneği seçseydik, istediğimiz sonuca ulaşmış olabileceğimizi düşlerken; iyi ki ile sonuçlanan seçimlerde, arka planla ilgilenmiyoruz dahi.  “Hangi tuvalet kağıdını alırsam, kalite açısından tatmin olurum?” gibisinden bir seçim değil bahsettiğim. Yaşamı hatrı sayılır sürece etkileyecek, çoğunlukla duyguya hitap eden olaylar.

Maddi anlamda sizi mutlu edecek bir iş görüşmesine gidip seçildiğiniz zaman, belki haklı olarak, zafer duygusu tüm bünyeyi sarıyor. Devamında da, bu işe girmemiş olma ihtimalinizi düşünerek “Aman, iyi ki oldu.” diyorsunuz, geleceğin ne getireceğini ve seçilmeme ihtimalinizde hayatınızın akışının nasıl olacağını tahayyül edemeden. Elbette bunu bilmek mümkün değil ve belki bu konuda kafa yormak gereksiz olabilir; ancak iyi ki dediğiniz bir seçimin aksini yapsaydınız, oluşabilecek anlık keşke’nin uzun vadede daha büyük bir iyi ki’ye vesile olma ihtimali çok da az değil. En azından benim algımda. Belki çokça polyannacılık, belki gereksiz umut doluluk; ama öyle.


Sonuç olarak, kendi adıma, iyi ki denilen seçimlerin yaratacağı zaferin, ebedi olma ihtimalini düşleyerek –ki mümkün değil- tatmin olmak yerine; keşke denilen seçimlerin sonucunda yaratılabilecek iyi ki’lerin peşinden koşmak çok daha değerli.

En Büyük Seçim

Ben bu seçim olayına kafayı taktım oldum olası. İnsanların yaptıkları seçimleri kastediyorum. Hatta bencil bir varlık olarak, insanları da geçtim, kendi yaptığım seçimlere daha çok odaklandığımı (dileyenler için gülücük gönderebilirim) söyleyebilirim. Gerçi başkalarının seçimlerinden çok kendi seçimlerime yoğunlaşmam, bencillikten ziyade, kendimi anlamadan başkalarını, başka şeyleri anlayamayacağımı düşünmekten kaynaklanıyor diye düşünüyorum. Yaptığım seçimlerin ve bu seçimlere yönelik kendi içimdeki çözümlemelerin, kendimi tanımak ve anlamak noktasında başat bir rol oynadığı kanaatindeyim. Başat kelimesini cümle içinde kullandığıma göre, artık ciddi konuşmaya başlayabiliriz. Öhm! 

Ortaokulun son dönemlerindeydim. Hemen hemen her gün, o gün yaptığım şeyleri baştan sona düşünüp yazmaya başlamıştım. Yaşımdan dolayı, günlük yazar gibi bir durum vardı ortada. Ancak sonra olay hikayesini bırakıp, durum hikayesine büründü yazdıklarım. Giderek gün içerisinde etkilendiğim ya da değerli bulduğum bir şey üzerinde yazmaya başladım. Bu şey, bir olay ve o olayın bende bıraktığı etki de oldu, ortada hiçbir olay yokken bende oluşan düşünceler ya da hisler de oldu. O yüzden yazdıklarıma, günlük değil, şeylik demiştim.

Bir sonraki aşamada yazdıklarım, ki artık lise son sınıftaydım, düşünce veya his yazısı olmaktan da çıkıp, o düşünce veya hissin neden oluştuğuna yönelik olmaya başlamıştı. “Neden böyle düşünüyorum / hissediyorum, ya aslında şu nedenle öyle düşündüm / hissettim gibi görünüyor ama o nedeni benim için önemli kılan neden ne, benim için önemli dediğim şeylerin önemli olma nedeni ne…” gibi soruları kendimi köşeye sıkıştırmayı başarmıştım. Davranış olarak kendimi kandırabilsem de, düşünce dünyasında artık kandıramıyordum. İçimdeki gerçekliğe ulaşmak için, onu anlayabilmek için çok acımasız oluyordum kendime karşı. İnanmıyordum asla, güvenmiyordum. Başka bir nedeni olmalı diyordum. Bir neden bulunca, sadece bu olmamalı diyordum. Geceleri uyumadan önce benliğimi eziyordum öyle zamanlarda. Hakaretler yağdırıyordum kendime. Ancak o en dipteki şeyi bulunca huzurlu olabiliyordum. O şeye ulaştıktan sonra,  artık en kötü şeyi de hissetsem, en yanlış şeyi de düşünsem, onları hissetmemiş ya da düşünmemiş gibi davranma sahtekarlığına kaçmamam gerektiği sonucuna vardım.

Bu süreç epey zorlu ve yıpratıcı oluyordu benim için. Her davranışım, her düşüncem, her hissim tam bir gerçeklik taşımalıydı. Sahteliğe yer olmamalıydı. Platon’un öğretilerine, onu neredeyse hiç tanımadan ulaşırcasına, düşündüğüm ve hissettiğim gerçekliği asla davranışlarıma ve dış dünyaya aktaramayacağımı düşünmeye başlamıştım. Platon, gerçekliğin sadece idealar dünyasında var olduğunu söylüyordu. Onu ifade etmeye çalışılan her an, aslında gerçekliğin tahrif edilmesine neden olduğunu söylüyordu. Hatta bu yüzden, edebi ve sanatsal eserlerin, her ne kadar gerçeği anlatmak ya da gerçeğe ulaşmak gayeleri olsa da, gerçeğe en büyük zararı verdiğini söylüyordu. Ancak ben henüz Platon ile ilgili bir bilgim olmadan, kendi gerçekliğimi dış dünyaya yansıtmanın bir yolunu bulmuştum. Hayattaki bitirme tezim diye düşündüğüm kendimce bir çözümleme ile; ancak özgür, cesur ve net olarak kendi gerçekliğimi sunabileceğimi düşünmeye başladım. Çünkü bu üç özellikten herhangi birinin eksik olması halinde, diğerleri de var olamıyordu. Bir başka deyişle, herhangi birinin tam olarak var olabilmesi için, üçünün de bir arada var olabilmesi gerekiyordu. 

Hayatımdaki ufak ve sıradan görünen seçimlerden yola çıkarak, onları olabildiğince derinlemesine inceleyerek ve irdeleyerek yaptığım en büyük seçim bu oldu benim. Her koşulda kendimi aramayı, içimdeki o şeyi bulmayı, sonra bütün bunları çözümlemeyi, daha sonra bütün aşamalarıyla birlikte bunu yansıtmayı, ancak bunu başarabilmek mümkün olmadığı için en azından yansıtmaya çalışmayı, bundan aldığım heyecanını yaşamayı seçtim. Gerçeği aramayı seçtim. Ulaşamayacağımı bilsem de, her an ulaşacakmışım gibi bir tutku ve inançla aramayı…

Öyle işte…

Çec


Ön Not: Yazı, 1 Kasım 2015 seçiminden önce kaleme alınmış olup, halk henüz "istikrar" dememiştir (Bora Fiko CB şahit)...

Hayatında hiçbir şeyden şikayet etmeyip “daha ne olsun ulan 10 numara yaşıyoruz işte” diyen var mı?

Toplu taşıma araçlarında yüzüne baktığımızda gülümseyen var mı peki? Başlarını öne eğip telefona gülümseyenlerden bahsetmiyorum. Onlar “caps maps” görmüşlerdir veya sevdikleri hoşlarına gidecek bir ileti göndermiştir. O ileti 2 dakika; “caps” 12 dakika mutluluk verir.

Beşiktaş’ta “Aylak” dönüşü sucuk-ekmekçi arkadaşın, “biberin acı mı hocam” sorusunu “hayat kadar değil abi” şeklinde yanıtlayışı gibi mi düşünüyor çoğu insan?

Kaçımızın yaşadığı şehrin, ülkenin ve gezegenin daha iyiye gittiğine veya gideceğine ilişkin düşüncesi, inancı veya umudu var? Şarkılarda türkülerde dile getirilen umut dolu sözleri veya “gaz verici” konuşma ve düşünceleri saymıyorum.

Çoğumuzun derdi, kimse tarafından anlaşılamamak, çabası oranında takdir edilmemek, emeğinin karşılığını maddi ve/veya manevi alamamak değil mi?

Örneğin, müdavimi olduğumuz lokantalarda yemekler artık eskisinden daha mı kötü? “Orası çok iyiydi ama bozdu” denilen mekanlar mı daha fazla; yoksa “başta çok kötüydü, ama bayağı düzeltti” denilenler mi?

Vakti zamanında teleteksinden istifade ettiğimiz, saatleri ayarlamak için başvurduğumuz, diksiyon, düzgün konuşma timsali güvenilir liman TRT devletin kanalı olmaya devam ediyor mu, yoksa bizim paramızla bize artistlik mi yapıyor?

Giderek insanlarla daha mı kaynaşıyoruz; yoksa insanlardan uzaklaşıp yalnızlaşıyor muyuz?

Okuduğumuz gazetede haber kalitesi ne durumda? Haber, başlığı ve içeriği ile bölünmez bir bütün mü; yoksa haberin başlığı ayrı, içeriği ayrı mı?

Bizlere kaliteli hizmet sunabilmek için kayıt altına alınan görüşmelerde muhatap olduğumuz şahıslarla kaliteli görüşmeler gerçekleştirebiliyor muyuz?

Hakim/savcı/avukat, öğretmen/öğrenci, aşçı/garson, taksici/dolmuşçu, işçi/işveren profilleri daha mı iyi artık; yoksa kötüye gidiş mi var? Seçenler nasıl yani özetle?

Bu soruların cevaplarına göre “her şey” kötüye gidiyorsa; seçimler ve sonuçları niye iyiye gitsin ki?

Toplumu oluşturan bireylerde, bireylerin oluşturduğu sistemde kötüye gidiş varsa, bireylerin seçtikleri kişilerde neden iyiye gidiş olsun anlayamadım.

Siyasiler nasıl? Çıkarcı, güvenilmez, seçilmek için başvurmadığı yalan dolan, etmediği iftira kalmayan insanlardan mı oluşuyor çoğu? Oy için atmadığı takla kalmayan insanlar mı onlar?

Seçenlerle seçilenler iki farklı kutup mu, o da ayrı soru. Yani seçilenler veya seçilmek isteyenler de aslında seçenlere dahil değil mi? Bu iki grup kalın çizgilerle ayrılıyor mu birbirlerinden?

Peki bu seçilenlerin “kötü” değerlendirdiğimiz özellikleri, seçimle ayıklanıyor mu veya şahıslar, seçildikten sonra o özelliklerinden arınıyor mu? Yani fındık patozundan geçiyormuş gibi çotanaklarından ayrılıp “çec fındık” halini mi alıyor?

Hepsi çec fındık halini alıyorsa neden böyle şiirler yazmış, şarkılar söylemiş, romanlar yazmış üstatlar? Kafayı mı yedi lan bu insanlar? Hadi onlar kafayı yedi, niye benimsiyoruz bu eserleri? Absürt/saçma olduklarından mı; gerçek olduklarından mı?

Seçimler bir çare mi kötüye gidişleri önlemek/durdurmak/azaltmak için? Teoride evet. Ancak seçilmeden başa gelmesine rağmen dünyayı güzelleştirenler olduğu kadar, seçimle gelip dünyanın .mına koyanlar da var mı? Yoksa bunlar “milli irade” düşmanı teröristlerin uydurması mı?

- . - . - . - . - . - . - . - . - . - . - . - . - . - . - . - . - . -

“Siyasetten anlamak” deyişi var, siyaseti “iyi bilmek” yani. Bu tabir herhalde, “gerçek anlamda” yavşaklıkla eşdeğer. “Adam tam bir siyasetçi”, “herif iyi siyasetçi” dediğimizde, toplumdaki bireylerin çoğunun kafasında “g.tün önde gideni” bir insan canlanıyor. Seçimleri varın siz düşünün. “İyi” kavramının ne hale geldiğini de…

Mesela günümüzde iyi avukat; “iş bitiren”, “indiren kaldıran”, hakimlerle savcılarla “diyaloğu” iyi olan, bir işi kesin çözen veya çözeceğini söyleyen/söyleyebilenlere deniyor. Bu anlayışla iyi siyasetçi de herhalde; ağzı laf yapan, rüzgar, aslen g.toğlanı kimse. Peki seçimler? Müşterilerine yüz farklı pizza çeşidi sunmakla birlikte bünyesinde et/balık/tavuk bulunmayan İtalyan restoranı gibi. Sadece pizza yiyorsun. Ha merak etme, pizzanın en kralını yiyorsun. Ancak hiçbir halta yaramıyor, pizza nihayetinde.

Seçimler de, bakkala gitmeye üşenenleri, “hem oy da kullanırım” düşüncesi ile harekete geçiren eylem oluyor bu durumda.

Bununla birlikte seçim, seçileceğine kesin gözle bakılanlar için demokrasi şölenidir. Toplum içinse siyasetçiler; sözleri ciddiye alınmayan, bir dediği bir dediğini tutmayan, güvenilmeyen ve önemsenmeyen insanlar... Şu görüldüğü zaman kanal değiştirilenlerden…

Bu düzende kazanan kim peki? Sadece “oy fazlası ile” seçilen parti. Yoksa “haklılık”, seçimlerle açıklanacak kadar basit bir husus değil.

Seçilenler, seçenler ve dünya hep çec olsa, dediğiniz doğru.

OK Computer

Bana dünyaya gelmek ister misin diye sormadılar. Bana, seni T.C. vatandaşı yapıyoruz demediler. Bana sen Müslümansın haa, dediler. Hangi kreşe gideceğimi, ilkokulumu söylediler. Ben de gittim. Büyüdüm, bana ortaokulumu da seçtirtmediler. Seçtiler, ona da gittim. Bana ne yapmak istersin demediler. Bana şöylesi de var diye seçenek sunmadılar. Sana da sunmadılar. Kimseye de sunmayacaklar. Sonra daha da büyüdüm. Yeter len dedim, artık kontrol bende, ne dersem o olacak. Öyle sandım. Üniversiteyi ben seçtim sandım. Mesleği ben seçtim sandım. Eşimi ben seçtim sandım. Ve yanıldım.

Bu bankada kimse sorsanız, beni bilir. Uzun zamandır buradayım. İşten kalan zamanımda, yani dalıp gittiğim vakitlerde, etrafı gözlemlerim. Küçüklükten gelen bir hastalık bu bende. Her şeyin ardındakini anlamlandırma çabası... Bir nevi ruhsal bozukluk. Annemle babam kavga ediyor mu, etmiyor mu diye anlamaya çalışırken, böyle bir insan oldum işte. Antrenmanlıyım anlayacağınız. Engel de olamıyorum, ne yapayım? Kendime göre bir sürü haklı gerekçem var. Gerekçe dediğim birçok şeye toplum bahane diyor ama olsun. Toplum çok şey diyor zaten. Hepsini ciddiye alacak gücüm yok benim. Hemen hemen herkesle iyi anlaşırım bankada. Hem eski olduğumdan, hem de iyi gözlem yaptığımı düşündüklerinden birçok insan gelip derdini benle paylaşır. Dinlerim. Fakat sadece o kadar. Arada bir duymak istediklerini söyleyip, mutlu etmeye çalışırım onları. Ama yine geleceklerini bildiğimden kendimi boş yere yormam çoğu zaman. Kalabalık bir çalışma grubumuz var. Yine de, aralarında Ayşe ile Hikmet'i ayrı tutuyorum. Onların hikayesi geçenlerde okuduğum bir romanın baş kahramanlarınınki gibi. Onlara da kimse bir şey sormamış. Onların bunlardan haberi yok tabii. Ben de söylemedim. Kimseyle kötü olmak istemem sonuçta. İşindeyim, gücümdeyim... Tercihte bulunduklarını sanıyorlar. Üzülüyorum. Kendilerini çok yalnız hissediyorlar ama aslında hiç yalnız değiller. Etraf onlar gibi insanlarla dolu. Yalnızlıklarını bastırmak için kendi kendine konuşan çok insan gördüm fakat, kendisine mail atan az insan gördüm. Burası bir banka. Sadece banka değil, ülkenin örnek kümesi.

Ayşe'nin ailesinin hali vakti yerinde. Doğma büyüme buralı, yani Bodrumlu. Okulu bitirir bitirmez büyükşehir hengâmesinden kaçıp yeniden memleketinin yolunu tutmuş. Turizm yapmak istemediğinden dolayı da, iş anlamındaki birkaç seçenekten biri olan bankaya yönelmiş. Bu tür yerlerde ya turizm yaparsanız, ya öğretmen olursunuz ya da bankaya girersiniz. Eğer ortalama bir insansanız... Aile rahat durmamış tabii; iş tamam, peki ya eş demeye başlamış. Tek maksadı ailesiyle, doğup büyüdüğü bir yerde, kariyer ve para hırsına kapılmadan sakin bir hayat yaşamak olan Ayşe'ye tüm güçleriyle yüklenmişler. Ne kadar karşı koyabilirsin ki? Kimi buldularsa hayır demiş Ayşe. En sonunda, ya tamam evleneceğim ama kocamı bari ben bulayım diye sinirli bir tavırla baskıları savuşturmuş. Gayet anlaşılabilir bir durum bu. Akılda olmayan evlilik fikri, aileler tarafından zorla kafaya zerk edildiğinde, özgür bir bireymişçesine hissetmek için evleneceğim insanı ben seçerim düşüncesine yöneliriz. Ailesinin Ayşe'ye aşıladığı evlilik önermesi Ayşe için yeterince ağırken, bir de onların bulacağı biri katlanılamaz bir hal alabilirdi. Kim olsa aşağı yukarı Ayşe gibi yapardı. Fakat unutulmamalı ki, tutsaklıktan sonraki hiçbir seçim özgürlük değildir. Bir köpeği bahçeye kapatıp sonra hadi bakalım istediğini yap, artık özgürsün diyemezsin. Ayşe, süreci uzatırsa baskıların daha da artacağını bildiğinden hedefe kitlenmiş bir füze gibi gördüğü her erkeğe acaba diye bakmış. Çok geçmeden de bizim bankadaki Hikmet'i bulmuş. Hayatının büyük bir bölümünün geçtiği yerden, bildiği, tanıdığı ortamdan Hikmet... Öyle mi acaba? Elbette ki öyle değil. Ayşe, Hikmet'ten nefret ediyor. Sorsanız, dünyanın en mutsuz insanı o. Hemen hemen her gün kavga ediyorlar. Ayşe bir ara yaşadığı sıkıntılara dayanamayıp durumu ailesine anlatmış. Onlar da, biz sana evlen dedik ama onla evlen demedik demiş. İnsanlığın en aşağılık olduğu zamanlardan biridir bu anlar. Ortaya bir fikir atarlar, şayet o fikri kabul etmezsen ve onlar haklı çıkarsa ben demiştim derler. O fikri kabul etmene rağmen haksız çıkarlarsa, ben sana dedim ama ille de yap demedim, sen kendin seçtin derler. Ayşe'nin Hikmet'ten sırf Hikmet olduğu için nefret ettiğini sanmıyorum. Bana göre fazlasıyla yansıtma söz konusu. Ayşe ailesinden ve onların aklına soktuğu evlilikten nefret ediyor. İşin ucu da nihayetinde Hikmet'e batıyor. Her Şey Çok Güzel Olacak'ta diyorlardı ya; hayat işte, neyse ne...

Hikmet'in ailesi oldukça gariban. Yozgat'ta çiftçilik yapıyorlar. Yozgat'ta Blues yapacak halleri yok ya. Kazandıkları kıt kanaat parayla Hikmet'i Ankara'da okutmayı başarmışlar. Tek dertleri oğullarının her ay düzenli şekilde maaş alacağı bir işe girmesi. Ne olduğu çok da önemli değil. Olabilecek en yakın zamanda, en hızlı şekilde olması önemli onlar için. Hikmet'in ise amacı devletin önemli bir kademesine kapak atmak. Hikmet okulu bitirir bitirmez KPSS'ye girmiş ama istediği yerleri tercih edecek puanı kazanmamış. İkinci senesinde de kazanamamış. Tam bir daha hazırlanıp tek ideali olanı yapmak için gayret gösterecekken ailesi bunu kapı dışarı etmiş. Üniversiteyi kazandığında göklere çıkardıkları oğullarını, henüz istediğini elde edemediğin, onlara göre işe yaramadığı için yerin dibine sokmuşlar. Hikmet ne yapar, ne ederim diye düşünürken sonunda bankaya başvurmuş. İlk Yozgat'ta, sonra da İstanbul'da bir süre çalışmış. O kadar sıkılmış ki, yer değiştirirse sıkıntılar hiç olmazsa bir nebze alır diye düşünüp dört senede beş farklı şehir denemiş. Oysa İstanbul'u sevmemenin sebebi çoğu zaman İstanbul değildir. Bir yeri seversen, o yer dünyanın en güzel yeridir, ama bir yeri sevmezsen... Bu da Vizontele'de geçiyordu. Hikmet son durak olarak da Bodrum'a sürüklenmiş. Şu an bankanın müdür yardımcısı konumunda. Maaşı epey dolgun. Fakat yaptığı işten nefret ediyor. Toplamadan, çıkarmadan, hesaptan, kitaptan tiksiniyor. Her sabah olanca somurtkanlığı ile onu görmek, güne başlamanın en boktan tarafı biz diğer çalışanlar için. Yine de, çalıştığın eski yerlerin aksine Bodrum'u epey seviyor. Yozgat'taki ailesinden uzakta olmak onu rahatlatıyor. Görev yaptığı diğer yerlerdeki yıpratıcı iş temposundan da uzak tabii. O artık, tam da ailesinin istediği gibi düzenli şekilde maaşını alan bir etkisiz eleman. Bankanın en göze batan insanlarından olmak onun yolunu bir şekilde Ayşe'yle kesiştirdi. Hikmet, Ayşe'ye kör kütük aşık. Onun Bodrumlu olmasını seviyor. Onun kariyer hırslarından arındırılmış halini seviyor. İşe değer vermemesini, sadece Bodrum'da olmak için bu işi yapmasını seviyor. Kendisinde olmayanları Ayşe'de gördüğü için seviyor. Hikmet kısaca şu bankada tek şeyi seviyor, o da Ayşe. Hikmet de kavga gürültüden bıkmış durumda ama ona göre tüm dertlerinin sebebi, bankacılığın kendisini sevimsiz, ilgisiz biri yapmasından kaynaklı. Ayşe'nin onu sevmemesi gibi bir düşünce kesinlikle aklından geçmiyor. Paraya, hesaplara, müdürüne, gişelere, atm'lere her gün lanet okuyor. Tek hayali bir gün bir kafe açmak ya da bir pansiyon işletmek. 

Çalıştığım her iş günü Ayşe ile Hikmet'i görüyorum. Onların yaptıkları seçimleri düşünüyorum. İçimden diyorum ki, bir insanın bu hayatta kendisine yapabileceği iki kötülük var: biri yanlış eş, biri yanlış iş. Vazgeçecek gücün yoksa bir ömür bu ikisiyle geçiyor. Ne olabiliyorsun ne de ölebiliyor... Kendimi böylesine çaresiz ve karamsar hissettiğim zamanlarda kulaklığımı takar, önümdeki evraklara dalarım. Bir gün yine tam bu ruh haline yakalanmışken kulaklığı takmış müzik dinliyordum. Listeden Exit Music (For a Film) çıkageldi. Radiohead'in OK Computer albümündeki en baba şarkılardan biridir kendileri. Bir kez daha dalıp gittim. Thom Yorke'un gör dediğini anlayabilmek için uzunca bir süre düşündüm. Ayşe'yi de, Hikmet'i de, hayatı da iyi bilenler toplanıp, albüme OK Computer adını vermişlerdi sanki. Bilgisayar çağındaki seçeneksizliğin seçeneği demekti bu. Bilgisayarda karşımıza çıkan hata ekranlarında sunulan tek seçeneği, yani 'tamam'ı tıklayıp devam edebiliyorduk ancak. 'Tamam bilgisayar' diyorduk, seçim yapma sanrısının verdiği tüm özgürlük hissiyle... Ve yine yanıldık.

3 Ağustos 2015 Pazartesi

Ölü Deniz



Herhangi bir dilde, bu denli anlam karşılığı bulabilecek bir söz yoktur, Deniz kadar. Duyulduğu andan ve beyne girdiği ilk 3 saniyeden itibaren, her insanın kafasında en az 10 imge belirir. Kiminin aklına Çeşme’de sahil gelir, kiminin aklına İstanbul’da boğaz; kiminin aklına dev dalgalar gelir, kiminin aklına tekne tutması; kiminin aklına dalga sesleri eşliğinde rakı içmek gelir, kiminin aklına manzaraya karşı sigara tüttürmek. Ama herkesin aklına mutlaka O gelir.

Deniz de, O’ndan ötürü bu isme sahipti, diğer binlercesi gibi. 86 doğumlu bir kız çocuğu. Aydınlı bir ailenin 2 çocuğundan biri. Babası ve annesi, o dönem işkence yaşayanlardan değil; ama Deniz’e sempati duyanlardan. Baba kimyager, anne ev hanımı. Baba tarafı CHP, anne tarafı DP kökenli. Evlendikten sonra, annesi de babası gibi düşünmeye başlamış. Fanatiklik derecesinde parti tutma olayı olmasa da evde, aidiyet hep sabit olmuş.  80 öncesi ve sonrası dönemin getirdiği korku sebebiyle siyasetin çok konuşulmadığı bir hane olsalar da, içlerinden geçen tepkinin bir yansımasıydı kızlarının adının Deniz olması.

Deniz ilk kez 4 yaşındayken girdi denize. Çok severdi Deniz denizi, kolluklarını takıp yüzmeyi, kumdan kale yapmayı çok severdi. Okula başladı, sınıfında onun gibi 3 tane daha Deniz vardı. Okulu pek sevmezdi, dersleri iyi değildi; ama Deniz adını bu yüzden de çok severdi. Deniz sen cevapla dendiğinde, piyango çoğunlukla diğer üçünden birine vururdu. Ortaokulda Deniz Seki’den ötürü de ismini çok sevdi. Onun kadar güzel değildi belki ama Deniz adında güzel bir ünlü olması onu mutlu ediyordu. Lisede ilk defa bir erkeği sevdiğinde ismini sevmemişti Deniz. Okulun yakışıklılarından, ülkücü takılan bir çocuğa gönlünü kaptıran Deniz, sırf ismi yüzünden onunla konuşamıyordu. Konuşmaya çalışıyordu; ancak çocuk onunla asla konuşmuyordu. Öyle ya, ismi Deniz olan bir kız ancak komünist, şerefsiz bir aileden gelebilirdi. Terörist kafalı, vatan haini bir kızla ne işi olurdu o çocuğun?

İlk o zaman merak etti adının anlamını. Sordu annesine; ama pek idrak edemedi neyin ne olduğunu. Araştırma gereksinimi de duymadı, nasıl olsa ismini değiştirmeyecekti. Araştıracak hali de yoktu üzüntüden, ilk aşkını yaşayamadan, ilk aşk acısını yaşamıştı bile.

Pek parlak olmayan öğrencilik hayatını değiştirmeye karar verdi. Böylece hem aşk acısını unutabilirdi, hem de başarılı olursa, hayalini kurduğu İstanbul’da üniversite okuma imkanına ulaşabilirdi. Yaptı da… Derece yapmamış olsa da, İstanbul’da pek çok üniversiteye girecek puan almıştı. Babası da annesi de çok istemiyordu gitmesini. Hem kızlarını o kadar uzağa göndermek istemiyorlardı, hem de maddi yükün altından kalkabileceklerinden emin değillerdi. Ancak kızlarının bu başarısının tek sebebinin, İstanbul hayali olduğundan eminlerdi.

Çekti Deniz’i karşısına, ne kadar yardımcı olabileceğini anlattı. Deniz’in büyük beklentisi yoktu zaten. Kalacak yeri ayarlansın, gerekirse yarı zamanlı iş bulup geçinebileceğini söyledi. Ailesi böyle bir şeyin olmasını istemese de; kızlarının bu denli cesaretli ve özgüvenli olduğunu gördükçe mutlu oluyordu. Böyle bir kız yetiştirmiş olmaktan gurur duyuyorlardı.

Gitti Deniz, İstanbul’a. Psikoloji bölümünde okuyacaktı. İlk sene ortama adapte olmaya çalıştı. Yeri geldi İstiklal’de broşür dağıttı, yeri geldi kafelerde garsonluk yaptı. Lisede araştırmaya üşendiği Deniz Gezmiş’i, üniversitede okuyarak öğrenmeye çalıştı. Arkadaş çevresi oluşturdu, ailelerin korktuğu arkadaş çevresi olan solculardan. Olgunlaştı, lisede ilk aşık olduğu çocuğu gülümseyerek hatırladı, bir insanı isminden ötürü reddeden kişinin mutlu olması için küçük de olsa dilek tuttu içinden. Sevgilisi oldu, Nedim, solculardan, saçı sakalı birbirine karışmış, pislik içinde, bu nasıl adam diyeceğiniz tiplerden. Siyasalda okuyordu, tipi -o pis algınızda- teröriste benziyordu; ruhu da, en büyük terör olarak gördüğünüz komünizm için atıyordu.

Çok sevdi, çok sevildi. Çok okudular birlikte, şiirler, kitaplar… Çok gezdiler, karış karış, otostopla hep. Çok yürüdüler, bazen vakit geçirmek için; bazen düşüncelerini dile getirmek için eylemlerde. Çok düşündüler, hem ikisinin birlikte kuracağı geleceği; hem herkesin özgür olduğu bir yaşam biçimini. Çok hayal kurdular, çocuklarıyla birlikte yaşayacakları küçük evi; çocuklarıyla birlikte görecekleri güzel günleri.

Özgürlük için, adalet için sadece düşünmenin yetmediğini gördüler. Aktif birer eylemciydiler artık. O küçücük beyinlerinde hiçbir şeyi tartmayıp, duyduğuna bağnazca inanan kitle tarafından, “Yürüyerek, slogan atarak, neyi değiştireceksiniz?” sorusuyla muhatap oldular muntazaman. O kitleye cevapları “Siz yürümeyin, biz yürürüz; siz bağırmayın, biz bağırırız; biz düşünürüz, siz de düşünün.” oldu.

Tek saflıkları, “Yaa, bıraksana yaa, çoluk çocuk bunlar, oyun sanıyorlar siyaseti, devleti. Gençlik heyecanı bunların, akıllarına giriyorlar akıllarına.” , “Bunlar terörist, başka bir şey değil, okumaya giderler, anarşist, terörist olurlar, ailelerine yazık bunların.” diyen kitlelerden, düşünmelerini beklemekti. Düşünmediler zira. Kolluk güçlerinin, sadece yürüyüp, slogan atan kitleye uyarısızca attığı gaz bombalarından, tazyikli sudan keyif alan; “ Bak bak, şu çocuğa şimdi suyla nasıl takla attıracak, keh keh keh.” diyen bir güruhtan böylesini beklemek saçmalıktı zaten.

Yine böyle bir eylem günü, yine sorgusuz sualsiz atılan gaz fişeklerinden biri Nedim’in başına isabet etti. El ele yürüyüp, slogan atarlarken, Nedim bir anda yere yığıldı. Saniyelerin ne denli uzun olduğunu o an anladı Deniz. Nedim’in kafasından kanlar süzülürken, Deniz’in kafasından kurdukları hayaller, geçirdikleri anlar yavaş yavaş geçiyordu. Dili düğümlendi, konuşamadı, bağıramadı. Kalabalıkta kimisi gazdan kaçmaya çalışıyor, kimisi de Nedim’i o ortamdan taşıyıp uzaklaştırmaya uğraşıyordu. Akşam haberlerde, bir eylemcinin yaralanarak hastaneye kaldırıldığı söylendiğinde, Nedim’i tanıyanlar dışında koca ülkede, bir hanede gözyaşı dökülmedi. Bir hanede güzel söz söylenmedi. Ülkenin, bu habere ortak yorumu “İyi olmuş şerefsize, ne işi varmış orada?” oldu.

10 gün komada kaldı Nedim. 10 günün sonunda yaşama veda etti. Haberlerde 10 gün önce yaralanan eylemcinin hayatını kaybettiği bilgisi, 1 dakikalığına yayınlandı. Ülkenin yorumu yine değişmedi. Daha olumlu karşılandı hatta. Çoğunluğu kana susamış ülkenin nispi vicdanlıları (!) “ Yav tamam, şimdi yazık olmuş çocuğa da, bunların aklına giriyorlar, beynini yıkıyorlar, bunlar da ziyan oluyor o şerefsizler yüzünden. Devlete karşıysan, sonun budur kardeşim.” yorumuyla, aslında vicdanlı insanlar olduklarını kanıtladılar. Özgürlük, adalet, hak kavramlarını düşünerek ve ulaşmaya çabalayarak koca bir hayatı geçiren insanlara, hayatında çakallık yapmak dışında tek bir olguyu düşünmemiş insanlar “beyni yıkanmış” diyordu. Bu coğrafyanın da kaderi buydu.

Deniz’in ailesi İstanbul’a gelip, Aydın’a geri götürdü Deniz’i. Okumadı Deniz, okuyamadı. Nedim’in kafasına gaz kapsülü isabet ettiği andan itibaren, ağlamaktan kurudu Deniz, kalmadı içinde bir damla yaş. Soldu Deniz, bugüne kadar açan tüm güllerden beter soldu. Öldü Deniz; Nedim gibi, Deniz gibi ve diğer tüm devrimciler gibi değil; her gün kanayarak, içinden can koparak öldü.

Denizi Hak Etmek


Bir yaz gecesi, sevimli ve sıcak bir yerdesin. Ege veya Akdeniz olması muhtemel. Öğleden sonra başlamışsın gündüz birasına. Elinde dergi, kitap veya gazete. İzlemeye maç yok; ama gazetenin son sayfalarının vazgeçilmesi olan ve adı geçen futbolcuların yalnızca yüzde beşi ile anlaşılacak transfer haberleri ile haşır neşirsin. Elinde de ufak not kağıtları, “seneye takım şu şekilde oynar”, “şunu alırsak hücumda iyi oluruz”, “şu oyuncunun yanına bu yakışır”, “onunla şu yan yana oynayamaz” yorumları yapıyorsun kendince. Arkadaşlarınla tartışıyorsun muhtemel kadroyu, yorumlarınızdan dolayı birbirinizi futbol bilmemekle suçluyorsunuz misal. Bu kadro kurmalarda veya gazete, dergi okumalarda bira daha da güzel oluyor. Zaten gündüz vakti Tuborg sanki daha bir “su gibi”, daha bir güzel.
Bira içme sadece hazırlık amaçlı. Sessiz sakin bir mekanda, taze balık ve mezelerle donatılmış masanda; arkadaşlarınla bir yandan rakını yudumlayıp güneşi batırırken, diğer yandan da iki şey canını sıkıyor: 1. Müessese hesapta acaba ne kadar geçirecek? 2. Haftaya bugün işe/okula/memlekete nasıl gideceğim? Neyse iki soruyu da sert bir voleyle denize yolluyorsun, anın tadını çıkaralım diyorsun. Zaten İstanbul’daki gibi geçirmeleri mümkün değil. Orada daha kötü yemeği, daha pahalıya yiyorsun. Büyük şehirde yaşamak böyle bir şey.

İyice çakırkeyif olmuşsun. Oynamayla zıplamayla zaten alakan yok, güzel müzikler çalan sempatik bir mekanda birkaç bira içip yazlık eve döneyim diyorsun. Eve döndüğünde evdeki duvarda bulunan eşantiyon saatin 3’ü geçtiğini görüyor, saate kızıyorsun. Erken kalkman lazım çünkü.

Saati sabah 7’ye kuruyorsun. Lağım çukuru gibi kokuyorsun, ilk kalktığında etrafındakilerden de, senden de “günaydın” kelimesine benzeyen, en azından “günaydın” denmek üzere yola çıkmış birkaç harf var, ama kiminin ağzından bu harfler “aaııınııın”, kimininse “güaaainn” şeklinde çıkıyor. Gözüne ilk çarpan havlumsuyu atıyorsun sırtına; baş havlusu mu, yüz havlusu mu, ayak havlusu mu, farkında değilsin, umurunda da değil pek zaten. Dün geceki arkadaşlarınla, tek kelime etmeden evden çıkıp, yaklaşık bir 300-400 metre yürüyorsun. Havlumsunuzu bırakıyorsunuz müsait bir yere; o yerin kum veya taş olması muhtemel. Rahat yürünsün ve kötü bir güneş yanığına kurban gitmesin diye tasarlanmış, fakat ayaklarınızın çirkinliğini hesaba katmamış parmak arası terliklerinizi bıraktıktan sonra atlıyorsunuz çarşaf gibi denize. O denize sanki tarihte hiç kimse girmemiş de, açılışı siz yapmışsınız gibi (tabii bir de hemen yanınızda kulaç atan 60’lı yaşlarında bir Alman çift var, gergin gergin konuşuyorlar).
Birkaç kulaç ve dipten kum çıkarma hareketlerinden sonra kendinize gelince, transfer haberlerini yorumluyorsunuz, kendinize tam manasıyla gelmişsiniz yani. Zaten, eşek gibi içtikten sonra 4 saatlik uykuyla kalkıp uzunca bir süre yürüdüyseniz, o denizi hak etmişsinizdir.

---
Bir yaz gecesi Giresun’daysanız, bira/rakı içerken gökyüzüne bakmanın ayrı bir nedeni vardır, yarınki havayı merak ediyorsunuzdur. Ona göre gideceksiniz çünkü denize. Ege’de Akdeniz’de istisnai olarak denize giremezsiniz; Karadeniz’de istisnai olarak girersiniz. Giresun’a artık sadece tatil için gidiyorsanız da, “inşallah hava iyi olur da denize girebiliriz” dersiniz. Hava durumuna bakarak bavula deniz şortunu/mayoyu/bikiniyi koyarsınız (bi’de mayokini diye bir şey çıkmıştı di mi). Tertemiz deniz için en az iki gün üst üste havanın çok iyi olması lazımdır. O üçüncü gün de Türkiye’nin en iyi suyuna girersin (tamam çok iddialı olmasın, en iyi sularından biri diyelim). Tuzlu Akdeniz’den sonra Karadeniz’in suyunu bardağa koyup içesin gelir.

Giresun’da sahil yollarının ırzına geçilmeden önce sıra sıra plajlar vardı. Şimdi tek tük… Yaman Plajı vardı örneğin, yoklama alınıyormuş gibi her gün giderdik, hava güzel olsun olmasın. En kötü ihtimal, top oynardık zaten orada. Okey filan oynardık. Hayatımda çifte gidip oyun bitirdiğim tek yerdir Yaman Plajı.
Kumsalda futbol oynamak hayatta en keyif veren şeylerden. Belki de Brezilyalıların futbolunu sevme ve sevdirme nedeni budur. Çoğu futbolu kumsallarda öğrendiğinden, daha bir keyif alarak ve keyif vererek oynarlar. Üzerinizde sadece deniz şortunuz olduğu ve yer de kumsal olduğu için çok rahat atlayıp zıplarsınız, cengaver gibi atılırsınız topa. Bazen kum sizi yanıltır, ancak o da ayrı bir keyif verir maçlara. Rakibe kayarak müdahaleler, kademeye girmeler, adam eksiltmeler daha bir güzel ve anlamlı olur kumsalda.

Ama en keyifli tarafı, maçtan hemen sonra belki de maçta bile atmadığın deparla denize girmektir. Yenen, yenilen herkes denize koşar. Orada bir anda “galiptir, bu yolda mağlup” oluverir.
Futbolunu oynuyorsun, keyfini aldın, kumda koşmak yorucu olduğu için daha da yoruldun; maç bittikten sonra artık denizin soğuk suyunu hak ettin. Yensen de, yenilsen de…

---
Bu iki olayda denizi hak etmek tamam, ancak yine de kimseye haksızlık etmeyelim, “her insan denizi hak eder” (güzel söz diye tırnak içine aldım, yoksa alıntı değil). Ancak denizi hak edip de görebilenlerin yanında, denizi göremeyenler de vardır ki Sabahattin Ali, "Sabahattin sana söylüyorum, şiirimi okuyanlar siz anlayın" misali, “Görmesen bile denizi / yukarıya çevir gözü / deniz gibidir gökyüzü / aldırma gönül aldırma” demiştir Sinop Cezaevi’ndeyken.

Tabii burada gökyüzüne haksızlık etmeyelim; “deniz yok, gökyüzü ile idare et” demeyelim. Gökyüzü denizden daha büyüktür. Hem coğrafya bakımından, hem genel bakımından. Büyük şehirlerimizde denizi görmek büyük bir lüks olduğu gibi, gökyüzünü görmek de ülkemizdeki “inşaat ya resulullah” prensibinden dolayı iyice zorlaştı.

---

Denize girmek veya denizi görmek mutluluk vericiyse, deniz olmayı varın siz düşünün. Nazım Hikmet de buna işaret etmiş zaten:

“Denizin üstünde ala bulut / yüzünde gümüş gemi / içinde sarı balık / dibinde mavi yosun /
kıyıda bir çıplak adam / durmuş düşünür / bulut mu olsam gemi mi yoksa / yosun mu olsam balık mı yoksa / ne o ne o ne o / deniz olunmalı oğlum / bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla”…
---

Osuruktan bir ülkede yaşıyoruz ama, neyse ki girilebilecek denizimiz var, neyse ki görülebilecek denizimiz var diyebiliyoruz galiba; her şey bir tarafa, Sabahattin Ali’miz var, Nazım Hikmet’imiz var diyebiliyoruz.
Bununla birlikte; Sabahattin Ali ve Nazım Hikmet'i vatan haini belleyen, Sabahattin Ali'yi öldürten, Nazım Hikmet'i kaçırtan devletimiz de var. “Uğruna ölmemiz gerektiğinin söylendiği” devlet...

Belki de denizi tek hak etmeyen o; ama bu durumda da olan bize oluyor, o ayrı.

Geçse De Yolumuz Bozkırlardan...


     Mevsim yazdı. Bunaltıcı sıcakların hakikaten bunalttığı dönemlerdi. Ağustos böceklerinin söylediği ninniler haricinde gece sessiz geçmiş; kimselerin olmadığı, şehirden uzak taş bir evde epeyce serin bir sabaha uyanmıştım. Serinliği bu denli güzel kılan şey, serinliğin kendisi mi yoksa sıcaklığın olmayışı mı diye düşündüm bir süre. Her şey tersi ile var bu hayatta diye sonlandırdım düşüncelerimi, daha sonra bu konuda düşünmeye devam edeceğimi bilmeden. Üzerimde ince bir battaniye ve akşamdan kalmanın verdiği kırgınlık vardı. Gözkapaklarım olağan halinden daha şişkin, gözlerim mahmur, bakışlarım donuktu. Uyanmıştım ama yataktan kalkmamıştım. Sineklikli ve demir parmaklıklı pencereden giren ince rüzgar, altmışlardan kalma kırmızı ve mavi çiçek desenli perdeyi düzensiz bir şekilde havalandırıyordu. Aksak ritmler ile eşlik etmeye çalıştım perdeye ve rüzgara. Söylediğim türküler, şarkılar ve mırıldandığım melodiler dışında duymamıştım günlerdir. Koyu yeşil bez kaplamalı, cilalı ama yıpranmış ahşap koltukta yarı yatık duran bağlamaya çarptı gözüm sonra. Sol el tırnaklarımın iç kısmındaki sızıyı hissettim, bağlamanın perde aralarındaki parmak basılan kısımlardaki koyuluklara bakarken. Parmak uçlarımın iç kısmı morarmıştı günlerdir bağlama çalıyor olmaktan. Bir türkü mırıldanmak geldi içimden; uykudan uyanmış olmanın getirdiği çatallı sesimin, doğru nota ile buluşamayacağının tedirginliği ile. Bu isteği dışa yansıtmama, pencerenin önüne konmaya çalıştıklarını tahmin ettiğim birden fazla sayıda serçenin ötüşmeleri engel oldu. Kanat çırpışlarındaki tedirginlik, benim biraz önceki tedirginliğimden çok daha fazlaydı. Parmak uçlarımdaki sızı ve vücudumdaki kırgınlığı unutup yataktan kalkmak için doğruldum. Bir gece önce ağzını açık unuttuğum ekmek poşetine yöneldim. Bütün yorgunluk, ayaklarımın altında toplanmıştı sanki. Her adımda topuklarımdan geri çekiliyormuş gibi hissederek defalarca okuduğum kitapların, müzikçaların, turuncu kulaklığımın, puromun ve iç kısmı koyulaşmış çay bardağının da olduğu masadan ekmek poşetini aldım. Pencereye doğru giderken, Güneş henüz tam doğmamış olmamasına rağmen kızıl ve lacivert tonların hakim olduğu yarı aydınlık olan havanın verdiği huzuru çektim içime. Kuşlar alelacele havalandılar ben yaklaşırken. Sövdüm içimden. Sesimi duymadım yine. Sinekliği çıkarıp, kuru ekmeği rüzgarın uçuramayacağı boyutlarda ufaladım pencerenin önüne üzgün üzgün. Kimbilir nereye uçmuşlardı. Oysa ekmek getirmiştim.

     Gittim, çay koydum. Küçükken, anneannemlerde kalırken, sabahları hep çay bardağı ile çay kaşığından çıkan o karıştırma sesleriyle uyandığım için mi bilmem, o sesin verdiği huzur kadar büyük bir huzur, uyandığında çayın hazır olması kadar büyük bir rahatlık yok diye düşündüm. Çay demlenene kadar başında bekledim ocağın. Çocuk kaygısızlığıyla, ailemizin onlarca şeye rağmen mutlu olduğunu düşünerek gülümsüyorumdur o zamanlar büyük ihtimalle diye düşündüm. Büyüdükçe ne kadar çok şey bekliyoruz hayattan, ne çok şey istiyoruz, ne doyumsuz insanlar oluyoruz diye düşündüm. İçime çektim, yaprakların tazeliğini. “Bu işte!” dedim, içimden yine. Demlendikten sonraki ilk bardağın keyfini, henüz yudumlamadan hissederek çayı koydum. Karıştırdım. Bardaktaki şeker erimiş olmasına rağmen karıştırdım. Çocukluğumdaki gibi olmasa da, gülümsedim, çocukluğumun ve ayrı kaldığım insanların özlemiyle…

     Ne kuşlar gelecekti, ne de çocukluğum…

     Çay bardağındaki kaşığı çıkarmadım. Yanağıma batacak olsa da, kullanıp atmak istemedim. Oturduğunda, insana bu dünyada bir ağırlığının olduğunu hissettiren gıcırtılar çıkaran ahşap iskemleyi alıp, manzarayı biraz daha yüksekten görebilmek için tek katlı evin damına çıktım. Mavi boyalı brandadan yapılan gölgeliğin altına iskemleyi ve çaydanlığı koydum. Geceyi burada geçirmiştim. Çok seviyordum geceyi, geceyi dinlemeyi, gece olmayı. Geceyi sevdiren şey, karanlık mıydı, serinlik miydi, yalnızlık mıydı, sessizlik miydi bilmiyorum. Yine aynı konuya takıldım sonra. Gündüz müydü acaba geceyi sevdiren şey. Gündüzü sevmememe rağmen, gündüze ayrı bir değer verdim o an. Sanki gündüz olmasa geceyi sevmezdim gibi geldi. Gecenin de kendine has güzelliği ana etkendi belki; ama bir şeye karşı olumlu hissiyatın oluşması, bir noktada başka bir şey ile kıyaslanmasına ve hatta tamamen başka bir şeyin varlığına bağlıydı sanki. Metin Oktay geldi aklıma. Meşhur golünden bahsederken, o golün denli büyük olmasını sağlayan şeyin, Fenerbahçe’nin büyüklüğü olduğunu söylemişti Kral. Muhteşem bir tevazunun yanında, hakikaten büyük bir gerçeklik vardı o sözde. Hayatta neye karşılık geldiğimi bulmaya çalışırken, neyin zıttı olduğumu düşünmeye başlamıştım bir taraftan da. Çayın harareti ve Güneş’in artık kendini hissettirir olması ile gece olmaktan çıkıp gündüze katılmıştım farkında olmadan. Artık gündüz olmuştum, gece olmayı bekleyecektim. Kendin olmak için, başka bir şey olmak gerekiyordu çünkü diye düşündüm. Birçok şeyi reddetsem de, sevmesem de, kabullenmesem de, hiç kendim olamadığımı düşünsem de kendimdim esasında her zaman gibi bir düşünceye kapıldım. Hatta insanın kendiyle çelişmesi diye bir şeyin varlığını tartıştım kendi içimde. Yaptıklarımın, hissettiklerimin, düşündüklerimin farklı olması kendimle çeliştiğin anlamına gelmeyecekti belki bu yorumla. Kendimi kandıracaktım belki, ama öyleydi. Bilmiyordum. Bir şey düşünmeden kafamı kaldırıp bir puro daha yaktım. Sonra düşündüm. Ne düşündüğümü bilmeden, düşündüm…

     Manzara artık tamamen aydınlıktı. Çarşaf gibiydi namussuz. Shibumi’den cümleler geldi aklıma, ezberimde olmasalar da. Üstünlüğü, basitliği, sessizliği, güzelliği ve tüm bunların perde arkasını anlatan sözler. Kokusunu hissediyordum inceden, rüzgar estikçe. Rüzgar, getirirken bir şey katıyor muydu acaba kendinden tüm bunlara bilmiyordum. Ayırt edecek yetilerim yoktu. Gerçeğe ulaşamayacaktım asla. Rüzgarın, üzerinde oluşturduğu dalgalanma ayrı bir güzellik katıyordu ona. Birbiri ardına boyun eğiyordu sanki her bir zerre, “es bakalım sen, eyvallah..” der gibi bir kabul edişle. Çıkardığı ses, huzur veriyordu. Gece olsa içimi ürpertirdi aynı ses diye düşündüm. Korkardım büyük ihtimalle dedim, içimden. Bilemedim. Hissiyatımın gerçekliğinden şüphe ettim. Şüphe ettiğimden bile şüphe ettim hatta. Düşündüm, düşünmekten yorulana kadar düşündüm. Bilemedim. Bilemeyecektim asla.

     Kafa dinlemeye gelmiştim buraya. Bozkırın ortasına. Kendiliğinden çıkan, tek tük, yabani, ağaç boyutunda çalılar vardı büyük aralıklarla. Geri kalan kısımlar; sapsarı otlardan oluşuyordu, ne işe yaradığı bilinmeyen sapsarı otlar. Hiçbir şey vaat etmiyordu bozkır. Masal anlatmıyordu. Hani, şu tepeyi aşsan, arkası yeşillikler, ırmaklar falan demiyordu. Duruyordu sadece. Olduğu gibi duruyordu. Hiçbir şey yapmazsan, hiçbir şey olmuyordu. Duruyordu bozkır. İsteyen istediğini yapabiliyordu, ama o hiçbir şey yapmadan duruyordu. Varlığı kendinden menkul bir hal ile, hiçbir şeyin zıttı olmadan duruyordu. Öyle güçlü, öyle kendi gibi duruyordu ki; duruşuyla meydan okuyordu adeta. Romantizmi, hayalciliği ters düz eden bir gerçeklikle duruyordu bozkır. O durdukça ben de durdum. Hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şey hissetmeden durdum öylece. Bozkır oldum bir süre. Gidip bağlamayı getirdim. Puroyu ve çayı tazeledim. Gözlerimi kapatıp, Neşet Ertaş'ı düşündüm. Bir bozlak havalandırdım yüreğimin bozkırından; ulaşır belki diye gökyüzüne, dağlara, denizlere... 

Vardır Herkesin Bir Hikayesi

Düşlersen görürsün
Fethiye'nin ardından sıra İzmir'de. Çok zorluk çekmiyorum ama. Kolay adapte oluyorum. Fethiye'nin büyüğü işte diyorum. Baya da bir kanım ısınıyor açıkçası. Sonra da Ankara... O kısmı zorlu işte. Bugüne kadar hiç alışık olmadığım bir hava, renk ve düzen var. İnsanlar epey farklı. Öyle olacağını tahmin ediyordum tabii de, içine girip yaşaması biraz ağır geliyor. Hep bir şeyleri özlüyor gibiyim. Aynı zamanda kasvetli... Genelde Dünya'nın yuvarlak olduğunu gözlemleyerek yaşamışım. Denizin ufukla birleştiği yer hep yokuş aşağıdır çünkü. Hatırlayın, geminin önce kendisi, en son da direği kaybolur gözlerden. Bunu Orta Çağ'da söyleyenlere deli diyorlardı, şimdi ise Amerika'yı tekrardan mı keşfediyorsun lafının arkasında gerzek ilan ediliyorsun. Hangi devirde, ne dersen de, bir şekilde bokluyorlar. Bazı şeyler gerçekten de hiç değişmiyor. Biranın tadı gibi. Fethiye, İzmir, Ankara... Her yerde güzel. İçerkenki manzara da önemli ama. Önceden hep denize bakardım. Göl ise aynı değil. Gemi hiç kaybolmuyor gözümden. Küçülüyor ama direği hep görüyorum sanki. Dünya düzdür ve adaleti yoktur diyerek içemem ben. Gerçeklerin adamıyımdır. Aklım ne diyorsa gerçek odur benim için. Ya sizin için? ODTÜ'nün yüksek yerlerinden birinde, Çevre Mühendisliği'nin otoparkındayız. Hava yavaştan kararıyor. Işıklar yanmaya başlamış. Karşımızda Bilkent var. Aramız ormanlık. Gündüz ormanlık... Gece ise deniz. Karanlıktan hiçbir şey gözükmüyor. Biz Göztepe'de bira içiyoruz sanki, Bilkent de Karşıyaka işte. Aramız İzmir körfezi. Alın size gerçek. O karanlıkta kim inanır oranın orman olduğuna. Tıpkı bir deniz gibi. İnsanlar sadece gündüz ışığıyla değil, gecenin karanlığıyla da görüyor bazen. Yeter ki düşlesin...

Aldırma be gönül
Subay rahatlığında yaptığım askerlikte sürgün yemişim. Artık sıradan bir Er'im. Yeni adresim bir cezaevi. Moral bozuk, can sıkkın. Gözlerimden yaşlar geliyor sinirden. Bitmek tükenmek bilmeyen nöbetler... Günler sanki 48 saat. Fareler fink atıyor ayaklarımın etrafında. Hava buz gibi. Cebimde taşıdığım ve tamamını kulübenin içinde, ayakta okuduğum kitaplarım tükenmiş. Aklı meşgul etmek, delirmemek için son silahım 28 şarkılık, yarı otomatik bir MP3. İyi haber, radyosu da var. Kötü haber, ilçede tek radyo çekiyor. TRT'nin saat başı haber bültenlerini üç saat sonunda kağıt olmadan sunabilecek kadar iyi biliyorum. Gündüz kuşağı çok sıkıcı. Pil akşama da kalsın diye kapatmak üzereyim. Edip Akbayram çıkıyor birden. "Başın öne eğilmesin, aldırma gönül aldırma...". Sanki beni görmüş de, benim için söylüyor baba. İçinde bulunduğum durumu daha iyi anlatabilecek bir şarkı daha yok. Mahkumlar mangal yakıyor olmalı. Cezaevinin çatısında farklı bir duman tütüyor. Dört baca, beş duman var. O an kafamı yukarı çevirip, rahatlamaya çalışıyorum. Devam geliyor: "Görmek istersen denizi, yukarı çevir yüzü, deniz gibidir gökyüzü, aldırma gönül aldırma." Keşke bir deniz olsa diye hayal ediyorum. Ardından da, bir çocuk için daha güzel bir isim olamaz diyerek dalıp gidiyorum. Bir gün, belki, neden olmasın... Nöbetim bitiyor. Karakola gider gitmez ankesörün önünde dikiliyorum. Sezo'nun mayıs ayında doğumu gerçekleşecek. Henüz cinsiyet belli değil. Kafanızda bir isim var mı ya diye soruyorum kontörüm bitmek üzereyken. Erkek de olsa, kız da olsa Deniz koyacağız diyor. Edip baba, ben ve Sezo arasındaki kozmik mesajların bu kadar çabuk yayılmasına şaşırıyorum. Bir süreliğine de olsa çok mutlu oluyorum. Beni duymuşlar, dinlemişler, kırmamışlar gibi... Telefonu kapatıyorum. Komutan emirler yağdırıyor. Bulaşık sırası bende. Akşam iki saat daha nöbetim var. Yine de aldırmıyorum.

Balıklar sessizdir
Dinlemekten, görmekten, koklamaktan bıkmışım. Televizyon ve gazeteler yalanlarla dolu. Arkadaşlar yaz ayları dolayısıyla bencilliğe kaymış. Kimsenin söylediğini yaptığı yok. Boğazımıza kadar çirkinliğe batmışız. Dayanılacak gibi değil. Üstüne bir de lanet sıcak... Leş gibi kokuyor ülke. Motora atlayıp koya varıyorum. Suya atlar atlamaz dalıyorum. Bir münzevi için dünyadaki en iyi kaçış yeri suyun altı. Sınırlı görüyorsun, duyuyorsun, kokluyorsun. Dipten hiç çıkmamak en iyisi bazen. Çok kalırsan bir daha asla çıkamazsın da zaten. Gözlerimi açtığımda karşımda iki balık beliriyor. Tam onlara seslenecekken yanıma David Foster Wallace geliyor. Başlıyor anlatmaya: "İki genç balık birlikte yüzüyorlarmış. Yanlarından geçen yaşlı balık başıyla onlara selam verip, 'günaydın çocuklar su nasıl diye sormuş'. Biraz daha yüzdükten sonra genç balıklardan biri diğerine dönmüş ve sormadan duramamış: 'su da neyin nesi?' Balık hikayesinin ana fikri, gözümüzün önündeki en bariz, önem arz eden ve yaygın gerçeklerin, çoğu zaman anlaşılması ve anlatılması en zor şeyler olmalarıdır. Söze döküldüğünde tam anlamıyla sıradan, basmakalıp bir ifade bu. Ama biz yetişkinlerin gündelik yaşam kavgasında sıradan ve basmakalıp ifadeler hayati önem arz eder. Ve şu pırıl pırıl sabah saatinde, ben senin buna inanmanı isterim." Nefesim tükeniyor ve ani bir hareketle yüzeye çıkıyorum. Az önce gerçekleşenler yüzünden hayli şaşkınım. Uzun süre düşünüyorum. Seni yalnızlığından alıkoyup aslında senle beraber olmayanları, ülkenin insanları süreklediği kırmızı çizgileri, kendisini kandırarak gerçeklerin üstünü örtenleri, bu şekilde mutlu olanları, ego savaşlarını, hayatı, yaşamakta olduğumuz hayatı düşünüyorum. Bu sırada ciğerlerim tekrardan havayla dolmaya devam ediyor. Nefes alış verişimin normale dönmek üzere. Derin bir nefes çekip bir daha dalıyorum. Kaldığımız yerden anlatıyor DFW: "Ama lütfen beni burada parmak sallayarak vaaz veriyormuşum gibi görüp sözlerimi bir kenara atma. Anlattıklarım; ahlak, din, inanç veya o fantastik ölümden sonraki hayat meseleleri hakkında değil; büyük H ile hakikat, ölümden önceki hayat hakkında. 30'una, belki hatta 50'sine gelmek hakkında. Kendi kafanıza bir kurşun sıkma sıkma isteğine kapılmadan, derece ve diplomayla ölçülmeyen, tümüyle basit farkındalık üzerine odaklı gerçek eğitimin, gerçek değeri hakkında. Etrafımıza baktığımızda görülmemesine rağmen gerçek ve esas olana dair farkındalık hakkında. Onu sürekli olarak kendimize hatırlatmak zorundayız. Bu su..." Sahile çıkıp kurulanıyorum. Elimde imzalı bir kitap. Yaşama uğraşına dair bir yol haritası. Motora atlıyorum. İyi şeyleri kendime hatırlata hatırlata şehre doğru yol alıyorum. 

28 Haziran 2015 Pazar

Arbeit Macht Frei !


“Arbeit macht frei”, yani “çalışmak özgürleştirir”. Bu cümlenin toplama kamplarında kullanıldığını biliyoruz. Meali, “sizi pis yahudiler, çalışın ve özgürleşin”. Aslında burada bir nevi, “çalışmak Allahınıza kavuşturur” hali mevcut diyebiliriz. Sonuç itibariyle ironik veya “haydi or’dan” diyebileceğimiz bir söz tabii ki.

Naziler konumuz değil, toplama kamplarında amaç özgürleştirmek değil belli ki. Ama “arbeit macht frei” tam da konumuzla alakalı. Sistemimizde çalışmak para kazanmak, para kazanmak “özgürleşmek” için. Yani istediğini yapabilesin, istediğin yere gidebilesin, istediğin yerde yiyip içebilesin, istediğin yerde evin olabilsin diye.

Özgürlüğün hafta içi gündüz vakti bira içebilmek olduğunu düşündüğünüzde, iş size bu özgürlüğü sağlamaz. Hasbelkader içebildiğinizde de “The Shawshank Redemption” sakinlerinin çatıda bira içmesi gibi hissedersiniz. Yani sadece hissedersiniz. Tarifsiz bir keyfi olur o ayrı; ama geçicidir, istisnadır. Belki de istisnai olduğu için keyiflidir.

Çalışmazsanız gündüz vakti bira içme özgürlüğünüz vardır, kimse size hesap sormaz; gün gelir bankalar sorar. Hem çalışmayıp, hem parası olanlar en “özgürleridir”. Bunlara çok rastlanılmaz; ama bu özgürlüklerini çoğu kendileri kazanmamıştır, kaybetme riski de çoktur. Ama yine de “gücü özgürlüğündedir” (Hatırlatma: Bu slogan Habertürk’ün. Habertürk’ün gücünü özgürlüğünden aldığı iddiası, Nazi kamplarında “arbeit macht frei” yazması ile eşdeğer).

Nazım Hikmet, “Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın, bir sincap gibi mesela, yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, yani bütün işin gücün yaşamak olacak.” demiş; ama işimizin gücümüzün yaşamak değil; işimizin gücümüzün “iş” olduğu aşikar.
“Büyüyünce ne olacaksın” ile çocukluğumuz, “bey oğlumuz ne iş yapar” ile gençliğimiz geçer; sonra “yaş 70 iş bitmiş” olur. Hem de tam anlamıyla hiç olmayan iş…

OECD verilerine göre haftada en fazla çalışan milletiz, haftada 48,9 saat çalışıyormuşuz. Dostumuz Almanlar 35,5 saat çalışıyormuş mesela. Hollandalılar da 30,5 saat çalışıyormuş. Bu bizi Hollandalılardan veya Almanlardan daha çalışkan bir millet yapmaz herhalde veya onlardan daha üretken olduğumuz söylenemez. Ama “en çalışkan biziz” ve türevi başlıklar atanlar olur. Onlar hep olur zaten…

Haftada 48,9 saat çalışmanın İş Kanunu’na aykırı olduğunu da notlarımızın arasına serpiştirelim. O kadar çalışkanız ki, iş için, çalışmak için kanunlara kitaplara karşı geliyoruz demek ki.

Geyiği bırakalım. İşe güce hem bireysel, hem toplumsal olarak bu kadar kafayı takıp işle güçle bu kadar alakası olmayan bir toplum az bulunur. Ne adam gibi çalışırız, ne de adam gibi çalıştırırız. İşçimizin başına bir şey geldiğinde de, “bakın çok enteresan” ile başlar “fıtrat” ile bitiririz.

İşimiz, işverenimiz ve dolayısıyla işçimiz adamakıllı olmadığı gibi, işçi bayramlarımız da adamakıllı olamıyor haliyle. Zaten layığı ile yaşadığımız ne var ki şurada? Her konuda “güç” önemli olan. Güçlü olan tanrılaştığı ve şiddet kullandığı için işçi bayramlarına “umarız kimseye hiçbir şey olmaz” temennileri ile başlıyor; “hiçbir şey olmadı” veya “şunlar oldu” ile bitiriyoruz günü. Amaçtan saptırmak derler ya, öyle bir şey. Nasıl ki derbiler öncesi, “umarız sadece futbolun konuşulduğu bir 90 dakika olsun” dileklerini sunuyoruz. İşçi bayramlarımız da o şekil…

Peki iş, işçi, işveren? Oooo… “İşe or’dan konuşmaya başlarsak daha çok lafımız var”…

Şu Yaptığınız İş Değil!


Öncelikle Aylaklar’dan özür dilemem gerekiyor. Çünkü bu konuyu 1 Mayıs’ta yazmak için sözleşmiştik. Ancak ben yazmadım. Yazamadım diyemiyorum, insan oturur yazar di mi? İnsan değilim çünkü. Her ne kadar işten güçten yazamamış olsam da, "kendime göre haklı gerekçelerim var" diye de ş’apamıyorum. Haklı değilim, biliyorum. Özür dilerim yani.

Konumuz iş, malum. İşten güçten yazamadığımı da belirttiğime göre, dalacağım doğrudan konuya. Hem de ağız burun dalacağım.

İş dediğimiz şey, para kazanma yolu olarak kullanılıyor artık sadece. İnsanoğlunun dini imanı para olmuş. Para kazanmadığın bir şey ile ilgileniyorsan, ona iş demiyor kimse. Hobi diyor, meşgale diyor, bıdo diyor, gomiş diyor… Ben de diyorum ki kardeşim, bu kadar paraya endeksli olmasın her şey. Emre Belözoğlu’ya bağlamadan söyleyeyim, bu dünyada para büyük ihtiyaç, tamam kabul. Ama yani, mümkün değil mi para ve türevleri olmadan bir hayat. Öbür tarafta mümkün olacak o ayrı, ama bu tarafta da paranın o kadar da önemli olmadığı bir yaşam düzeni kurulamaz mı? Cevap veriyorum, kurulamaz. En fazla arkadaş ortamında bunu ortadan kaldırırsın ya da çocuklarını öyle yetiştirirsin, ne bileyim, küçük bir çevrede ancak bunu mümkün hale getirebilirsin. Herkes evinin önünü süpürse, yine bir nebze para haricinde bir amaç uğruna yaşanılabilir gibi geliyor. Bu ihtiyacı ortadan kaldıracak iradede insanlar da var ama, onlar da eser miktarda. Gerçi o insanların da bir kısmı para dışında bir şey ile üstünlük kuruyorlardır. Para olmasa da, yine buluyorlardır tapacak, güç alacak bir şey. Yoksa Allah belasını versin işin de gücün de… Yazamadım işte o yüzden…

Küçüklüğüm anneannemlerde geçti benim. Büyüklüğüm de onlarda geçti diyebilirim. Sınavlar sonrası üniversiteden memlekete, Kayseri’ye, döndüğüm zamanlar hep anneannemlere gittim mesela. Hala da öyle yaparım, önce anneannemler… Küçükken beni anneannemin doğurduğunu söylerdim. İnanırdım da buna… Anneannem, dedem, iki teyzem ve dayım… Onlarla büyüdüm, onlar büyüttü beni. Hepsinden bir şey öğrendim, hepsini ayrı sevdim, hepsine ayrı hayrandım. Ki şimdi de aynen devam ediyor bütün bunlar. Dayım başkaydı ama… İdol gibiydi, her yaptığı şey doğru gibiydi, farklıydı her şeyiyle… Öyle farklıydı ki, daha sonra kimi öyle çok sevsem, ona benzetirdim. Birinde rüyamda Hakan Şükür’le top oynuyorduk mesela, ama yüzü tipi falan dayımdı. Çok severdim Hakan Şükür’ü. Kardeşimin adı Hakan (Şükür) ya da Okan (Buruk) olsun demiştim 1993’te doğduğunda. 5 yaşında bu sevgi nasıl oluyorsa artık insanın içinde, öyleydi. Sonra yine rüyamda Hz. Muhammed’in öldüğünü öğreniyordum, cenazesi falan vardı. Korkunç bir kalabalık vardı. Deli gibi ağlıyordum. Bu kadar üzülmez insan. Sonra dayımı göremedim etrafta. Biliyordum, peygamber efendimiz ölmüştü ama dayım mıydı acaba diye düşündüm. İkisini birleştirmiş bilinçaltım. O seviyededir yani dayım gözümde. Erciyes’i de dayıma benzetirim ben. Erciyes öyle heybetli ve güzeldir ki. Korku değildir onun heybetinin hissettirdiği duygu. Güven verir, huzur verir. “İnsanların eski dönemlerde dağlara taptığı kadar var.” dedirtecek türden bir dağdır Erciyes. Erciyes’i de dayıma benzetirdim işte ben. Büyüyünce ne olacaksın dediklerinde ben, “doktor olacağım” diyordum. Dayım doktordu çünkü. Kaan’a (kardeşim) sorulduğunda da “dayı olacağım!!” diyordu. İkimiz de dayı olamayacağız, iki erkek kardeş olduğumuzdan dolayı. Doktorluk kısmı da, ancak hukuk doktoru işte, doktora bitince o da. Yoksa üniversitede çok gittim tıp fakültesinde derslere falan, öyle olmuyor. Tezimi de tıp hukukunda yazdım ama nafile.

Benim gözümde en anlamlı meslekler, öğretmenlik, avukatlık ve hekimlik hakikaten. Öğretmenliğe bu yazıda değinmeyeceğim ama avukatlık ve hekimliğe baktığımda, birinde başkasının hakkını arıyor ve savunuyor olmak, diğerinde ise başkasının fiziksel ve ruhsal sağlığını daha iyi hale getirmek ya da hayatını kurtarmak ayrı bir değerli benim için. Toplumda da bu iki meslek çok değerli görülüyor. Ancak bu daha çok maddi sebeplere dayanıyor. Yani, avukat ve hekim, “iyi para” kazandığı için önemli toplum için. İnsanların hukuk fakültesini ya da tıp fakültesini tercih etmelerinin ana sebebi, mezun olduktan sonra “iyi para” kazanabilecek olmaları genellikle.  Bana bu doğru gelmiyor ama. Zaten bu iki meslek, esasen “şeref mesleği” ya da “onur mesleği” olarak sayılıyormuş önceden. En önemlisi, para karşılığı yapılmıyormuş bu meslekler. Hatta bu işleri para karşılığında yapmak yasak olmakla birlikte, bu şekilde iş yürütenler cezalandırılıyorlarmış ve bu durum işin özüne aykırı olarak değerlendiriliyormuş. Tabii bu durum, şeref ve onurun semt adı olduğu günümüz sisteminde ahmaklık ve enayilik olarak değerlendiriyor. Para olmayacaksa niye yapılsın ki diye düşünülüyor falan filan işte. Ben dayımdan dolayı doktor olacağım demiştim. Para ya da meslek olarak hekimlik aklımın ucunda bile değildi. Lisedeki fizik öğretmenini sevmediğimden ve Türkçe sorularını çok rahat çözdüğümden eşit ağırlıkçı oldum. Çalışkan olduğumdan hukukçu oldum. Sistem ve şartlar böyle olmasa, bunların hiçbiri olmaz, futbolcu ya da müzisyen olurdum. ("Gerçi o işlerde de iyi para var." diyenler olur şimdi. Baştan bi’ daha okusun onlar yazıyı. Ya da ne biliim, okumasınlar hatta. Bak sağ üst köşede çarpı var, kırmızı, ona basıp siktir olup gitsinler.)

Toparlayayım ufaktan. Artık toplum parayı almış merkeze, etrafında dönüp duruyor. Para kazanmak için köle oluyorsun. Para kazandığın için kendini güçlü ve özgür zannediyorsun, ama daha da köle oluyorsun. Paran kadar konuşabiliyorsun (bana göre konuşabileceğini zannediyorsun), paran kadar söz sahibisin (bana göre söz sahibi olabileceğini zannediyorsun). Paran varsa güçlüsün (Sen öyle san!), paran varsa mutlusun (Ahahahaha!), paran varsa yaşıyorsun (Hayatını sikiiim!)… Genel algı bu. Ancak bu, bir doğru değil, yalnızca bir mecburiyet ve hatta bir yanılgı. Yani, ancak mevcut sistem içerisinde böyle bir “doğru”ya ulaşılabilir. Yoksa TÜSİAD ve benzeri organizasyonların her haltta kendilerini söz sahibi görmelerinin başka bir açıklaması olamaz. Yoksa işadamı diye adlandırılan kimselerin ya da devlet denen organizasyonların, her türlü sömürüyü yapmalarına rağmen, insanlara ekmek parası verdiklerini söyleyerek böbürlenmelerinin başka türlü bir sistemde haklı yanı olamaz. Yoksa sadece makamdan ve mevkiden güç alan makam mevki sahibi insanların “büyük adam” olarak nitelendirilmeleri mümkün olamaz. Bana göre, “Paran varsa var, gücün varsa var! Sokiim sana da, parana da, gücüne de!” diyen, gücünü maddiyattan değil maneviyattan alan Yaşar Ustalar her zaman daha büyük. Ki onların da güçlü olma ya da büyük olma gibi dertleri de yok eminim. Sözü Yaşar Usta’ya bırakıyorum. Saygıyla…

“Bak beyim! Sana iki çift lafım var. Koskoca adamsın. Paran var, pulun var, her şeyin var. Binlerce kişi çalışıyor emrinde. Yakışır mı sana ekmekle oynamak? Yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu karda kışta sokağa atmak, aç bırakmak? Ama nasıl yakışmaz? Sen değil misin öz kızına bile acımayan, bir damlacık saadeti çok gören? Anlamıyor musun beyim, bu çocuklar birbirini seviyor. Ama ben boşuna konuşuyorum. Sevgiyi tanımayan adama sevgiyi anlatmaya çalışıyorum. Hıh! Sen büyük patron, milyarder, para babası, fabrikalar sahibi Saim Bey. Sen mi büyüksün? Hayır, ben büyüğüm, ben, Yaşar Usta. Sen benim yanımda bir hiçsin, anlıyor musun, bir hiç! Gözümde pul kadar bile değerin yok. Ama şunu iyi bil, ne oğluma ne de gelinime hiçbir şey yapamayacaksın. Yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, mağlup edemeyeceksin bizi. Çünkü biz birbirimize parayla pulla değil, sevgiyle bağlıyız. Bizler birbirimizi seviyoruz. Biz bir aileyiz. Biz güzel bir aileyiz. Bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun? Dokunma artık aileme, dokunma çocuklarıma, dokunma oğluma, dokunma gelinime. Eğer onların kılına zarar gelirse ben, ömründe bir karıncayı bile incitmemiş olan ben, Yaşar Usta, hiç düşünmeden çeker vururum seni! Anlıyor musun? Vururum ve dönüp arkama bakmam bile!”

Emekçi Oğlu Emekçi


Sıradan bir ailenin, sıradan bir oğluydu Murat. Babası kapıcı, annesi gündelikçiydi. Abisi Remzi ise o doğduğunda 9 yaşındaydı. Anası babası severdi de, özel bir çocuk değildi işte. Doğumu büyük bir heyecanla beklenmemişti. Başlarını soktukları kapıcı dairesinde, tanıdık bir ebe doğurtmuştu onu. Ebe dediğimiz de, tıbbi eğitimi olan birey değil; o mahallede başka bir apartmanın kapıcısının karısı. Tek artısı tecrübe. Bir şey olursa hem 4. Katta Mazhar Bey vardı, doktor. Nispeten iyi biriydi, yardımı dokunurdu. Neyse ki bir problem olmadı doğumda. Doğduktan 15 dakika sonra, 6. kattaki Rüştü Bey, viski aldırmak için babasını çağırdı. 20 dakika sonra gitti babası, "Kusura kalma beyim, çocuğum oldu az önce, o yüzden geç kaldım." dedi. "Sokturma çocuğuna, sen niye buradasın, hizmet etmek için. Al şu parayı, git bana viski kap." dedi alkolik şerefsiz Rüştü. Doğumu bile küfür yedirtmişti babasına.

Bir kapıcı çocuğunun yaşayabileceği hayattan farklı bir hayat yaşamadı. Süslü oyuncakları, güzel çikolataları olmadı. Kıyafetleri genelde apartmanda yaşayan çocukların eskileriydi. Apartmanın ender, iyi kalpli annelerinin yaptığı bağışlardı. Oyun arkadaşları, diğer apartmanların kapıcılarının çocuklarıydı. Aksi olamazdı zaten. Durumu iyi çocukların Mikasa toplarını patlatsa, babası da ona patlatırdı. Aslında babasından okkalı bir dayak yemedi, en fazla birkaç tokat. Abisi asiydi, çok dayak yemişti babasından; Murat ise usluydu. Dayak yememe sebebi usluluğu muydu; yoksa abisinden dayak yemeye sıra gelmemesi miydi, kimse bilemez.

Murat 8’indeyken babasını akciğer kanserinden kaybetti. E tabii, kovuldular evden, sonuçta kapıcı dairesinde kapıcı yaşar. Yeni kapıcı da elbette o dairede kalacaktı. Topladı annesi eşyaları, daha küçük bir şehirde yaşayan teyzesinin yanına gittiler. Küçük bir evi vardı teyzesinin, alışması zor olmadı. Büyük bir evde yaşamamıştı zaten hiç. Teyzesi emekli maaşını onlarla paylaşıyor, annesi evlere temizliğe gidiyor, bu şekilde geçinip gidiyorlardı. Murat okula devam ediyor; abisiyse okulu bırakmış, sanayide işe girmişti. Pek muhabbeti yoktu evdekilerle, sabah evden çıkar, akşam gelir, yemek yer, uyurdu. Remzi mutlu değildi küçük yerde yaşamaktan. Bir şekilde para biriktirip, büyük şehre gitmekti planı.

Murat 14 yaşına geldiğinde annesini kaybetti. Kadıncağız, kocasının ölümünden sonra 10 yaş yaşlanmıştı zaten neredeyse. Fizik gücü isteyen işine, bitkin vücudu bu kadar dayanabilmişti. Remzi, kendini buraya bağlayan hiçbir şey kalmadığını düşünerek evi terk etti. O günden sonra ne teyzesi ne de Murat haber alabildi ondan.

Ergenliğe yeni girmiş, baba ve anne ölümüyle yüz yüze, bitik bir haldeydi Murat. En büyük şansı teyzesiydi. Hiç evlenmemiş, çocuğu olmayan bu kadın; ona, belki de bir annenin duyabileceği sevgiden fazla sevgi duyuyordu.

Hepimizin dile getirdiği klişe sözler vardır, büyük zorluklar içinden gelip büyük başarılar kazanmış insanlara bakıp, küçük bir “Helal olsun.” der geçeriz mesela. Büyük zorluklar içinden gelip, büyük başarılar kazanmayan ama hayatına devam eden insanlaraysa pek bir şey söylemeyiz genelde. “Eee, ne var bunda?” diye düşünürüz, ne kadar zor olduğunu bilmeden. Bu zorluklar içinde yetişene saygıyı ender duyarız zaten de; yetiştiren pek aklımıza gelmez. İşte teyzesi, bu yüzden onun en büyük şansıydı. Anası babası ölmüş bir çocuğu, kalan tek akrabası olarak, sadece emekli aylığıyla nasıl büyütebilirsin? Kirası, faturası, yol parası, mutfak masrafı, temizlik masrafı, boku püsürü… Nasıl yettirirsin? Nasıl mümkün olur? Murat’ı eve ek gelir getirsin diye sanayiye vermedi, hiçbir işte çalıştırmadı. Bir gün olsun “Bu ay sonunu görür müyüz?” endişesini Murat’a yaşatmadı. Murat arsız bir çocuk değildi, saçma isteklerde bulunmazdı; ama canı küçük de olsa bir şey istediğinde, teyzesi ona hep sağlardı. Temiz kalbin, iyi niyetin, sonsuz sevginin timsaliydi adeta.

Murat liseyi bitirdi, iş başvurusu yapmaya başladı. Üniversiteye gitmek gibi bir planı yoktu, okumayı çok seviyordu; ancak öyle bir masrafın altından kalkma imkanları yoktu. Gariban bir çocuktu; ama eyvallahı yoktu. İş hayatına girince - ki bu sandığınız business life değil; bela sikmek odaklı bir konsept. Bugünün mobbingleri, o günün lütufları - kafayı yiyecek  duruma geldiği çok oldu. Kafa attığı da çok oldu. Başlarda ona para vermeyi taahhüt eden işverenin, toplumun genelinde en büyük göt veren olduğunu anladı.

Usta – çırak işlerinde çalıştı önceleri. Ancak eline belli bir para geçmiyordu. Her ay değişiyordu. Sözleşmeyle çalışacağı bir işe geçmeye karar verdi. Sözleşme şartlarında uyulan tek şeyin eline geçen para olduğunu görüyordu. Mesai mesela hiç 5’te bitmiyordu öyle yazmasına rağmen. “Aman neyse, param yatıyor nasıl olsa, gerekirse fazla çalışayım.” mantığı ona göre değildi. Herkes o mantıktayken, o insanlara bunun yanlış olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Diğerleri ona hak veriyor; ancak öyle bir hareket yaparlarsa işlerinden olacaklarını söylüyorlardı. Sömürüldüğünü hissettiği her an, işverene gidip isyan eden bir insandı. O yüzden zaten çok kafa attı, çok kafa yedi, yeri geldi bıçak yedi. Yaklaşık 15 farklı iş tecrübesinden sonra, bir sağlık kurumunda hasta kayıt bölümünde işe girdi. İlk defa 5’te biten bir işi vardı, söz verildiği gibi. Maaşı ne söylendiyse o şekilde eline geçiyordu. Çalışan insanlarla arası fena değildi. Huzurun ne olduğu hakkında çok bir fikri yoktu; ama buna yakın bir şey olmalıydı. Kafa atmaya ara sıra devam ediyordu. Bu onun vazgeçemediği bir şey değildi aslında. Hak edene atıyordu sadece. Artistlik yapan, çakallık yapan, hakaret eden hasta ve hasta yakınlarına kafa atmaktan imtina etmiyordu.

Murat bir işçiydi, siyasi görüş olarak önceliği de işçi haklarıydı. İşçiye değer verdiğini söyleyen, adını işçiden alan bir partiye oy veriyordu. Onların yayınlarına abone oluyor, hatta onların devamlılığı için kazandığı 5 kuruş paranın 3 kuruşunu onlara bağışlıyordu. “Gün olacak, devran dönecek.” diyordu. Ondan fazla maaş alan insanların hakkını o savunuyordu. Biliyordu, kömür işçiliği zordur, tehlikelidir, çalışmıştı çünkü. Amelelik zordur, biliyordu. Daha pek çok farklı emekçiliğin zor olduğunu biliyordu, daha iyi ve daha sağlıklı şartların sunulmasının gerekliliğini çevresine anlatmaya çalışıyordu. Etki alanı dar olduğundan ötürü, cebindeki 3 kuruşu bunları söylesinler diye partiye veriyordu. Ancak Murat’ın çevresi ne kadar darsa, o partinin de ulaşabildiği kitle o kadar azdı; ülkede en yaygın sınıf işçi sınıfı olmasına rağmen.

Evlenmedi Murat, teyzesiyle yaşadı hep. Ayrı eve çıkabilecek kadar para biriktirdi, ama yapmadı. Onunla mutluydu. 34 yaşına geldiğinde, teyzesini kaybetti. Hayatının en büyük üzüntüsünü o zaman yaşadı. O günden beri de, pek gülmedi, hala gülmüyor. Yüzünü tekrar güldürebilecek tek ihtimal olduğunu düşünüyor, o da işçi devrimi. Umudunu kaybetmedi hiç, bir gün tüm emekçilerin hakkını alacağına inandı hep. Göremedi henüz, göremeyecek de; gülemedi henüz, gülemeyecek de…

Sustuğun Kadar İyisin

Bir işim var. Uzun zamandır çalışıyorum. Ben de, çoğu kişi gibi alt kademeden başladım. Eve dayak yemiş gibi döndüğüm günleri iyi hatırlıyorum. Hala daha da yorgun dönerim ama her gün aynı dayağı yemeye bile alışıyor insan bir süre sonra. Şu an bulunduğum konum itibariyle birilerinin patronu, birilerinin işçisiyim. İlk girdiğimde herkesin işçisiydim. İlk girdiğimde masumdum da. Bir zamanlar neslimin çoğu üyesi gibi, insanın sevdiği bir işe sahip olabileceğini düşünebilecek kadar masumdum. Altımdakilere sürekli olarak işlerini severek yapabilmeleri adına nasihatlarda bulunuyorum. Bu tür sözleri iyi biliyorum çünkü benden üst olanlar da sürekli olarak bana anlatıyor. Sadece, artık inanmıyorum. İnanmadığımı hem anlatanlar, hem de anlattıklarım biliyor. İki rolüm var. Yerine, zamanına göre birinin oynamam icap ediyor.

 Günün birinde evimin bir kısmını gökyüzü mavisine boyatmak istedim. O kadar çok kapalı alana maruz kalıyordum ki, kafamı yukarı çevirdiğimde çoktan güneş batmış oluyordu. İnsan sadece işinde, ilişkilerinden değil, evinde bile kandırmak zorunda kalıyor kendini. Duvarlara bakarak rahatlayacağını düşünen tek ırk biz isek, düşünmeyi çok yanlış anlamışız demektir . Boyacıyı bulup uzatmadan derdimi anlattım. Sen hiç merak etme abi dedi, bu evi dört tarafı denizlerle çevirili bir kara parçasına dönüştüreceğim. Anahtarı kendisine teslim ettim. Güvenirim işçilere. Eve ekmek götürmenin derdindedirler. Hep ezilen taraftadırlar. İşten çıktığım gibi eve geldim. Eve boyacının geldiği günle 50 tl'min kaybolduğu gün aynı gündü. Az biraz üzüldüm. Kazanmanın zor olduğunun farkındayım. Boyacı işi bir günde sonlandıramadı. Söylediklerini zamanında yaptıklarını hiç görmemiştim zaten. Ertesi gün bir 50 tl daha eksilmişti şifonyerin orta çekmecesinden. İşçinin yevmiyesini vermek için sakladığım zula gittikçe eriyordu. Yılda ortalama 20 tl kaybeden biri için, iki günde 100 tl ortalamanın çok üstündeydi ve hafiften kuşkulanmaya başlamıştım. Boyacının rötuşlar için geldiği üçüncü günle, toplamda 150 tl kaybettiğim gün de aynı gündü. Fırçayı aldığım gibi ağzına vurdum herifin. Boğazına yapışıp senin hayatının dar ederim ederim dedi ona. Bir sürü küfür etti karşılığında. Güzel pataklamıştım. Pek karşılık vermedi. Muhtemelen suçluluk duyuyordu ve artık benden nefret ediyordu. Nefret etmek hakkıydı. Ona tüm bunları yapmasam da benden nefret edecekti. Beyaz yakalılardan, evini boyatanlardan, güzel karısı olanlardan, beyefendi kılıklı tiplerden, dolma kalemlerden, stüdyo dairelerden, yeni apartmanlardan, boya kokusundan, sıçratan fırçadan, pervazlardan, kartonpiyerlerden, duvar kenarlarından, boyalı pantolonundan, kötü çaydan, az paradan, kimsesiz olmaktan, fakirlikten, hizmet etmekten, tırnaklarından, nasırlarından, her şeyden nefret ediyordu. Sinirim geçtiğinde ikimiz de yerde uzanıyorduk ve ben bir süre sonra gülmeye başladım. Boyacının nefret ettiği her şeyden benim de nefret ediyor olmam komik gelmişti. Takım elbiselilerden, patronluk taslayanlardan, kötü simit sarayı çaylarından, bekar hayatından, güzel bir eşe sahip komşumdan, ütüsüz pantolonlardan, küçük dairelerden, dolma kalemlerden, sömürenlerden nefret ediyordum. Birbirimizden farkımız yoktu. Hatta kıyaslama yaptığımızda, ben ondan daha çok onun haklarını savunur durumdaydım. Sefil değildim, ama işçiler için eylemelere giderdim. Bir sendika üyesiydim. Zenginlere, ezilen sınıftan daha çok ses çıkarıyordum. Yapmak zorunda değildim. Dediğim gibi, para ve sahip olduğum haklar konusunda sefil değildim ama yine de yapıyordum. İktidara baş kaldırıyordum, ama o kaldırmıyordu. İşçiler böyleydi. Şikayet ederlerdi ama eyleme geçmezlerdi. Kendi adeletlerini yalnız başlarına sağlayabileceklerini düşünürlerdi. Tomurcuk kokulu bir çay demleyip epey sohbet ettik boyacıyla. En favori yazarımın Bukowski olmadığını ama en favori filmlerinden birinin Factotum olduğunu anlattım ona. İşinde dikiş tutturamayanlardan bahsettim. Yeraltı edebiyatını anlattım. Ölü doğanları, her gün ölüp yeniden doğanları anlattım. Boyacıya ben de aslından senin gibiyim demek için elimden geleni yaptım. Gariptir ki, tüm bu meseleleri altımdaki iki elamandan birini çıkartmam gerektiği söylendiğinde kanıksamıştım. Ne zordu birinin işine son vermek... Karşındakine silahla ateş etmek gibiydi. O an patrondum, ama daha çok işçi gibi hissediyordum.

 Başta yapmam gerekiyordu ama unutmuşum. Size kendimi tanıtmama izin verin. Bana "Patron" derler. İsmimi bilen üç-beş kişi kaldı. İkisi annemle babam. Ki onlar da, ciddi görünmek istedikleri anlar dışında 'Patron' diye seslenirler. Diğerleri ise eski arkadaşlarımdan bazıları. Emek dediklerinde dönüp bakmıyorum bile artık neredeyse. Hayatımdaki birçok şey ismimin önüne geçti. Bana başka yol bırakmadılar. Her zaman başka yol vardır martavalından sıkıldamadınız mı gerçekten? Herkes aşağı yukarı biyolojik ve çevresel faktörlerin çizdiği yolda ilerliyor. Sadece kabullenip itiraf etmeye kalmış tüm kader. Küçüklük yıllarımdan beri bir işin başına geçeceğim, patron olacağım öngörülüyordu. Aldığım eğitim, duyduğum laflar, sosyal çevrem, aklınıza gelebilecek hemen hemen her şey patron olabilmem doğrultusunda gelişti. Daha 12 yaşında derslerim iyiyken patronlar böyle çalışkan olur dendi. Şekere ve aburcubura abanıp kilo aldığımda patron dediğin koltuğu doldurur zaten dendi. İkinci kez izninizi istiyorum. Gece kulübünde bir çarşamba günü partisine davetliyim. Gitmem lazım. Bazen patron olmam gerekiyor.