fiko

Haftanın Konusu

Yeni konumuz "Hayır, hayır, hayır... Kime söylüyorum ki şarkıyı?'. Bu kez her şey çok basit: ya evet diyeceksiniz, ya hayır...

15 Mart 2015 Pazar

Can Alıcı Bir Oyundu Mario

Dosdoğru gitmeye programlandık hepimiz, biraz bodoslama. Sağın ve solun değeri, bir tek ileriye doğru adım atacağımız zaman önem kazandı. Trafik ışıklarında karşıdan karşıya geçer gibi bekledik bir ömür. Bazen sola, bazen sağa, belki bir şans daha ittifak yapmış sola baktık. Sadece baktık. İlgilenmedik. Maksat ezilmemek ve yol almaktı. Başkasından bize neydi. Kendimi bildim bileli herkesi bir Mario karakteri olarak görüyordum. Bir tuşa basalı, sona doğru yol alan... Nihai bir hedef koydular bize. Mutlu olmak, başarılı olmak, zengin olmak... Hepsi aynı kapıya çıkıyordu: bölüm sonundaki prensesi kurtarmak. Bir bakıma ölümsüzlüğün göstergesiydi bu, ölmemek demekti. O prensese giden yolda börtü böcek, kaplumbağa, deniz anası, kanalizasyon delikleri, bayrakları yukarıdan yakalayıp puan kazanma, yer altı, su altı, gökyüzü etapları, mantar yeyip büyüme, çiçek toplayıp ateş etme, altın toplayıp can alma gibi tecrübelerimiz oldu. Oyunu bitirdik sandık, yanlış prenses dediler. Ne doğruydu ki bu hayatta? Şüphesiz, en önemlisi can kazanmaktı. En önemlisi hayatta kalmaktı. Ölüp de geri dönmek vardı oyunda, ama hayatta yoktu. Bize oyun oynuyorlardı, biz oyun oynadığımızı düşünürken.

Kaç kez tuşumuz basılı kaldı, kol değiştirdik. Arkadaşlarımız gibi, eşyalarımız gibi... Varmak istediğimiz yolda, işimize yaramayacağını düşündüğümüz her şeyi atıp yenisi, iyisini aldık. Prensese odaklandık çünkü. Ölümü yadsımak, mülk edinmeye ve ebediyen varolacakmışcasına yaşamaya itti bizi. Kimse bizi ulaşmak istediğimiz yoldan alıkoyamazdı. İlk bölüm kolaydı. Hayatımızda uzun yıllar vardı daha. Birkaç altın topladık. Emekliyorken bölüm sonuna doğru bir mantar kapıp büyüdüğümüzü gördük. Yürüyüşümüz, zıplayışımız değişti. Tuğlaları kafamızla kırabiliyorduk artık. İstediğimize yumruk atıyor, istediğimizi dövebileceğimizi sanıyorduk.

Gözle görülmeyen yerlerde bazı kolaylıklar içeriyordu oyun. Gizli yerde duran mantar, boşluğa zıplayıp can kazanma. Bana göre düpedüz hileydi yaptığımız. Çalarak, rüşvet yiyerek zengin olmak ve istediklerini yapabilmek kolay yoldu hayatta. İşin ibneliğini bilmek, hak yemek, güçlünün yanında yer almak, ölmemek için öldürmek, önceden duymak, istihbarat beslemek ne yazık ki sadece sanal dünyada avantaj değildi.

Kanalizasyon borusuna daldık bazen. Burası bir altın madeninden farksızdı. Tüm bölüm dümdüz gitsek bu kadarını toplamamız olanaksızdı. Yeraltı dünyası her zaman pisti ama getirisi çok fazlaydı. Karanlık işler, risk ile beraber yüksek kazanım demekti. Hele de o girdiğimiz kanalizasyon borusunun ucunda girip çıkan zakkumlar ve piranha bitkileri yok muydu... İşte, yerlatında her zaman kurşuna açık bireysin demek istiyordu birileri bize.

Fena gitmiyorduk. Bir iki bölüm sonra kasayı 100 altına tamamlayıp fazladan bir can kazandık. Bu, bizim için hata yapma şansı anlamına geliyordu. Paranın küstahlığıydı başka bir deyişle. Para kazanan için en önemli şey her zaman sağlıklı ve güvenli kalabilmek demekti, yani ölmemek. Para varsa en iyi doktora giderdik, para varsa orospunun temizini bulurduk, para varsa güvenlikli sitede otururduk, para varsa zırhlı arabaya binerdik, para varsa kendimize koruma bile tutardık. Para, can kazanmaktan farksızdı aslında. Oyunu, hayatı iyi bilenler yapmıştı.

Bazı bölüm sonları her zamankinden daha tehlikeli canavarlar çıkardı karşımıza. Tek hamlede ölmeyen, çok dikkat edilmesi gereken. Polise benzer; biber gazı sıkan, job vuran, plastik mermi atan. Askere benzer; darbe yapan, rütbeyle korkutan. Yaşadığımız dünyada birey olmak kolay değildi. Devlet bir ejderha gibiydi, seni her an öldürebilirdi. Dikkat etmek gerekti. Önlem almak gerekti. Her şeyi düzgün yaparsak ancak yenebiliyorduk o bölümlerin sonundaki canavarları. Alt edebiliyorduk karşımızdakini; devlet de, polis de, asker de bizden akıllı değildi çünkü. Biz güçlendiriyorduk onları; seçerek, susarak, hamle yapmayarak. Bu canavarları geçtikten sonra, oldu, başardık sanıyorduk. Bir de bakıyorduk ki, yanlış prenses. Olsun diyordu ailelerimiz, daha ilk bölümler bunlar, yaşınız genç, daha çok sevgiliniz olur. Yaşımız gençti de madem neden bu kadar çok çocuk ölüyordu bu ülkede, ölmek için de genç değil miydik diye karşılık veriyorduk hemen.

Bölümü bitirmeden sarmaşıkla başka dünyalara da adım atardık. Bir sigara yakar hayallere dalardık. Aşık olur uzaya çıkardık. 4'ün 2'sinden, 8'lere çıkan sarmaşıklara tırmandık. Bir tercih meselesiydi adeta. İster sağlamcı olur ilerlerdik, ister merak eder bitkiden giderdik. Bize kalmıştı. ÖSS sonucu puanı almıştık ve daha çocuk olarak gördükleri bizden karşımıza ne çıkacağını bilmediğimiz bir meslek seçmemizi istiyorlardı. Doktor olursak prenses kolaylaşırdı kesin. Sıfat önemliydi insanlar için. Öğretmensen belki. İşçiysen kesin yanlış prenses diyordu sanal beyin. İşçiysen oyunun sonunu da zor görürdün zaten. İşçilerin kaderi ölmekti genelde. Hangisinden devam edeceğini bilmeyen Mario'nun da işi ne zordu. Bildiğimizden mi gitmeliydi, başkasına mı sapmalıydı. Prenses nasıl daha kolaydı?

Bayrakları yukarıdan yakalayarak kalelere giriş yapardık. Sömürgeciliğin doğası böyleydi. Bir bayrak inerdi, bir bayrak yükselirdi. Genişlemek ve hayatta kalmak istiyorsan o bayrak inecekti.

Mario'nun sağa gitmesi, ekranın ilerlemesi demekti. Geriye dönüş yoktu. Geçmiş, artık sadece hakkında konuştuğumuz bir kavram olarak kalırdı. Zamanı geriye sarmak ne yazık ki hiçbir yerde mümkün değildi. Ölen, öldüğü ile kalıyordu. Can, bir kez gitti mi, geriye gelmiyordu. Hasta olduğun için değil, hayatta olduğun için öleceksin demişlerdi. Çok şey diyorlardı fakat dinlemiyorlardı. Bir canım vardı. Bir de kardeşim. İsmi Can. Mario'nunki ise Luigi. Her şey oyundaki gibiyken bize sadece bir tek can verilmesi adil kaçmıyordu. Bir tek can verilmişken her an ölümle yüz yüze olmamız ise düpedüz haksızlıktı. Dünya kocaman bir oyun konsoluydu. Türkiye o konsoldaki Mario oyunu. Bizler de Mario. Prenses umurumuzda değildi. Hem biz ne zaman muslukçuyken prens olmuştuk ki?


Canlar


Can (Siyah)

2672 farklı anlamda kullanıldığı gibi, çeşitleri de vardır “canların”. Genel açıdan bakarsak “zayıf can”, “güçlü can” vardır; siyasete girersek “protestocu can”, “bizim can” vardır; hatta bu can Hopa’da protesto sırasında verilmişse “tabii oradan birisi var, kimliğini bilmeye veya üzerinde durmaya gerek yok” şeklinde bir candır. Bazen de can, “Ankara’da bir kız mıdır kadın mıdır bilemem, panzere çıkan” bir candır. Canlar farklı farklıdır…

Canı ve egosu kıymetliler, gözaltına alınacaklarından haberi olmamasını başlarına gelecek en kötü şey olarak nitelerken, s.ktiriboktan polisler tarafından dövülerek öldürülenler “korkmaz”, ama can verirler. Karar mercileri vasıtasıyla mekanizmalarını işleten ve “can” korkusuyla güç kullananlar, “güçsüz” canları “millet” ve “bunlar” olarak ikiye ayırır. Canlar farklı farklıdır…

İddia makamıysak bir davanın, amaç ulviyse, “vesayet” bitecekse “bırakınız yatsınlar, bırakınız can versinler”dir; daha sonra o canlara “kumpas” kurulmuştur. Kalan sağlar bizimdir, şimdi kumpas kuranların can vermesi beklenir ve istenir. İddia makamı sabittir, “millete karşı” her şeyin iddia makamıdır. Millet yavşak da olsa tektir; canlar farklı farklıdır…

Zaten fıtrat gereği iki cinsiyet eşit değildir; biri hizmetkardır, diğeri hizmet edilen (hizmet edilenlerin peygamberleşenleri de “milletine hizmet” lafıyla çıkar yola). Dişi can Allah’ın erkek cana emanetidir. Zaten bırakırsan ya davulcu, ya da zurnacıyadır. Aslında davulcununki de candır, zurnacınınki de; ama dişi-erkek canlar farklı farklıdır…

Adaletin sadece kadın ismi, vefanın sadece semt ismi olduğu yerde canların bir olması da, sadece Pir Sultan’ın talebidir.

Can (Beyaz)

Konuyu dağıtıyorum. Diyemeden geçemeyeceğim, yoksa “can” konusuna yazık edeceğim bir konu var. Can ismine sahip olup da cansız, içine kapanık birini görmedim ben. Herhalde isimden… Ama ebeveyne de paragraf açmak lazım. Ebeveynin görüşü neyse, hangi görüşüne sahipse çocuk o ismi alır zira. Canlı olsun isterler herhalde, koyarlar canı. Can da öyle olur, müthiş değil mi?

Sadece “Can” değil tabii mevzu. Mesela Ahmet adında bir playboy var mıdır? Herhalde yoktur veya nadirdir. “Abi çocuğu gördün mü, bardan iki kızla çıktı, ikisi de taş” cümlesinde çocuk Ahmet olamaz herhalde.

Bir televizyon programında  “ailesi ateist olan ve 18 yaşında müslümanlığı seçtiği için ailesi tarafından reddedilen Hayrunnisa, yaşadığı zorlukları anlatıyor” alt yazısı vardı. Herhalde ateist ebeveyn, “biz Hayrunnisa koyalım, olur ya belki 18’inde müslümanlığı seçer çocuk” diye düşünmüş herhalde. Programın ve programcının s.ktiriboktan olma ihtimali daha fazla tabii.

Not: Ateist kelimesinin baş harfini küçük yazmama sesini çıkarmayan, ama müslüman kelimesini küçük yazınca (yanlış belki, ama benim de bi’ yorumum olsun) hemen büyüten, ayrımcı Microsoft Word... "Müsait” bir zamanında görüşelim…

Antibiyotik Can Aldı



Cipro ile Klacid, Antibiyo ülkesinde aynı gün doğmuş, ömürleri boyunca birbirleriyle denk gelmeyecek 2 erkek çocuğuydu. İkisi de apayrı kültürde yetişmiş, apayrı dini inanca, apayrı siyasi görüşe, apayrı doğrulara sahip ailelerin çocuklarıydı. Klacid’in ablası; Cipro’nun ise ağabeyi vardı. Klacid'in ailesi, Esculope dininin getirdiği kurallara katı bir şekilde bağlı, Antibiyo'nun birlik, beraberlik ve daimliğini savunan, muhafazakar yapıda bir aileydi. Kendileri her zaman bu düşüncedeydi; ancak destekledikleri görüş epey uzun süredir de iktidarda olunca, daha bir sahiplenmişlerdi bu görüşü. Cipro'nun ailesi ise görünürde daha özgürlükçü olsa da; uzun yıllar muhalif olmanın getirdiği bir kutuplaşma yaşamış ve muhalif olmayanı kabul etmeme yolunu seçmişti. Bu da onları kendi içinde muhafazakar hale getirmişti. Cipro'nun babası tek çözümün Hijyenist devrim olduğunu ve bu devrim sonucu tüm Esculopistlerin ve iktidar yanlılarının öldürülmesi gerektiğini savunuyordu. Hijyenizm, bir din gibi kurallar bütünü olmasa da; akım olmanın getirdiği zorunlulukla kurallar ihtiva ediyordu. Cipro’nun babası da ancak bu şekilde yeni bir yaşam oluşabileceğine inanıyordu. Klacid'in babası ise aynı sertlikte; fakat aksi bir düşüncedeydi. Uzun yıllar iktidarda kalan bu görüşün, ülkenin gerçek kimliği olduğunu ve aradan çıkan çatlak seslerin sindirilmesi gerektiğini savunuyordu. "Ülke bu, din bu, kurallar da bu. Sevmiyorsan terk et!" diyordu. Cipro ile Klacid, bunlardan habersiz meydana gelen iki candı sadece. Ailelerinin en değerli varlıkları; birbirlerinin potansiyel düşmanları.
  
Klacid sadece Esculopist ailelerin çocuklarıyla oynayabiliyordu, Cipro ise Hijyenist ailelerin çocuklarıyla. Çocukların okul çağı geldiğinde, işler aileler için biraz daha zorlaşmıştı. Dış dünyada gittikçe sertleşen siyasi ortam, hayatlara çok daha fazla etki ediyordu. İkisi de okulun ilk günü aileleri tarafından, karşıt görüşle arkadaşlık yapmama hususunda tembihlenmişlerdi. Aslında söylenenleri pek anlamamışlardı, bahsedilen karşıt görüş hakkında hiç fikirleri yoktu ki... İkisi de ara sıra babalarının televizyon karşısında celallendiğini, hatta küfürler savurduğunu görmüş; ancak sebebini çözememişti. Çok da önemli değildi zaten, oyun oynamak varken bu tür şeylere küçücük dünyalarında yer açamazlardı. Hoş; isteseler de, aileleri sen küçüksün derdi.
  
Ülkenin, eğitimde net bir ayrıştırma politikası uygulayamaması, Esculopist çocuklarla Hijyenist çocukların bir arada okumasına neden oluyordu. İki aile de rahatsızdı bundan; fakat iki çocuk da okumak ve bir gelecek yaratmak zorundaydı. İkisinin de okuldaki en yakın arkadaşları zıt görüşten çocuklar olmuştu. Aileler bu durumu öğrenince, çocukları sorguya çektiler. Klacid'in babası "Ne işin var kokarlarla? Teröristlerle görüşmeyeceksin, vatan haini mi olacaksın başıma? Git ve bizim ailemizin kalitesine uyan çocuklarla arkadaşlık kur, bastırma bana okulu!" gibi orospu çocuğu bir yaklaşımla haşlamıştı oğlunu. Cipro'nun babası ise bu durumu öğrendiğinde "Bağnaz bir it mi olmak istiyorsun? Sikik bir dine inanan, at gözlüklü, güç yalakası bir piç ol diye mi yolluyorum seni okula? Onlar gibi koyun mu olmak istiyorsun? Başına bir çoban, önüne iki tutam ot, boş beleş yaşam. Bu mu senin geleceğin?" tarzında, eşdeğer bir orospu çocukluğuyla kızmıştı oğluna. Hatta kendini tutamayıp tokat bile atmıştı. İki çocuk da, babalarının dediklerinden hiçbir şey anlamadan ertesi gün okula gitmişlerdi. Tek bildikleri şey, artık en yakın arkadaşlarıyla görüşmemeleri gerektiğiydi, öyle de yapmışlardı. Ama bir sonraki en yakın arkadaşları yine zıt görüşten olmuştu, babaları yine kızmıştı, yine arkadaşlıklarını sonlandırmışlardı. Bu durum 5-6 kez yaşanmış; ancak çocuklar nerede yanlış yaptıklarını bulamamıştı. En iyi anlaştıkları, en güzel oyun oynadıkları, en güzel muhabbet ettikleri çocukların hangi yanlış kısmı vardı da babaları kızıyordu?


Çocuklar artık büyümüş, ergenliğe girmiş, lise çağına gelmişlerdi. İkisi de ailelerine yaraşır bir birey olmak istiyordu. Fikir temellerini oluşturmaya çalışan bu iki çocuk, çoktan liselerindeki kendi görüşlerini savunan kişilerle arkadaşlıklarını ilerletmiş, kendilerini çete olarak lanse etmeye başlamışlardı. Bir yandan da ergenliğe girmiş olmanın getirdiği cinsel dürtüleri tanımaya ve hatta değiştirmeye çalışıyorlardı. Esculopizm, eşcinselliği günah kabul etmiş bir dindi. Bunun bir hastalık olduğu düşünülüyordu. Bu hastalığı tedavi etmek için sağlık kurumları bile kurulmuştu. Islah olmayanların cezası ise idamdı. Klacid, bir yandan arkadaşlarından ve ailesinden bu durumu saklamaya çalışırken, diğer yandan neden kendisinin diğer herkes gibi normal(!) bir birey olmadığını sorguluyordu. Nasıl olur da erkekleri kadınlardan daha tahrik edici bulabilirdi? Tedavi mi olmalıydı? Ya sonunda ıslah olmaz ve idam edilirse? Göze alamıyordu, kendi içinde çözmeye, dürtülerini dizginlemeye çalışıyordu.

Cipro’nun ailesi nasıl olsa Esculopizm’e inanmıyordu. Ama onların kültür ve geleneği de eşcinselliği doğru bulmuyordu. Hem Cipro’nun babası istemez miydi torun sahibi olmayı? İstemez miydi oğlunun bir kadınla mutlu bir evlilik yaşamasını?  Ayrıca eşcinsellik de ne demek oluyor? Nereden öğreniyor bu çocuk böyle saçma şeyleri? Cipro da anlam veremiyordu içindeki bu duygulara, ama dile de getiremiyordu. Lisedeki arkadaşlarıyla devrim hayali kurarken, bir yandan da cinselliğini özgürce yaşayabileceği bir ülke hayal ediyordu. Daha şanslıydı Klacid’den. En azından hayal edebiliyordu.   
  
Ülkenin başında hala aynı iktidar vardı; fakat eskisi kadar ılımlı değildi. Kurumlarda güçlü ve ülkeye tümüyle hükmeden bir siyasi oluşum vardı artık. Kendinden olanı makul ve mazur gören; kendinden olmayana baskı kurmayı düstur edinmiş, totaliter bir zihniyet. Fakat hükmünü ülkenin her yerinde aynı şekilde uygulayamıyordu. Hijyenistler ülkenin belli bir coğrafyasında çoğunluğu sağlamış, hatta o bölgede kendi kurallarını uygular hale gelmişlerdi. Kendi orduları, kendi sağlık birimleri, kendi eğitim kurumlarını bile oluşturmuşlardı. Onların da, sahip oldukları bölgedeki uygulamalarının Antibiyo Devleti’nden farkı yoktu. Esculopist rejim, orayı bu oluşumdan kurtarıp, tüm inananları refaha kavuşturmak; Hijyenist rejim ise tüm ülkeyi ele geçirip, Esculopist rejimi yıkmak ve kendi rejimini oturtmak istiyordu. Önceleri münferit olay olarak görülen karşıt görüş kaynaklı ölümler, artık olağan hale gelmiş ve iç savaş boyutuna ulaşmıştı. Suç olarak nitelenen çoğu kavram, günlük yaşantının ritüeliydi artık. Faili meçhuller, tecavüze uğrayanlar, gaspa uğrayanlar…
  
Klacid’in ablası o dönem üniversite öğrencisiydi. Ailesinin ve sistemin ona aşılamış olduğu kültüre sonuna kadar sahip çıkan gerçek bir Antibiyo kadınıydı. Siyasi aktivitelere çok katılmazdı, zaten ailesi de istemezdi onun siyasi bir figür olmasını. -Hem kadının siyasette işi ne canım?- İçine kapanık, asosyal bir kız değildi; fakat daha önce ciddi anlamda sevgilisi olmamıştı. Birkaç tane çocukla gizliden flörtleşmişti, tabii sınırlar dahilinde. En fazla el ele tutuşmuştu. Öpüşmeyi çok merak ediyordu aslında, ama yapamazdı, yakışmazdı ki bekar Antibiyo kadınına. Hele sevişmek, tövbeee. O, bu yaşına kadar bekaretini saklamıştı ve bununla gurur duyuyordu. Kocası sahip olabilecekti sadece ona. Günü geldiğinde yaşanacaktı cinsel birliktelik. İçindeki dürtülere öyle bir ket vurmuştu ki, ilk mastürbasyon yaptığında utancından intihar etmeyi bile düşünmüştü. Heteroseksüel olduğundan emindi. Çünkü o bir kadındı, aksi olamazdı. Bir kere dünyaya gelme sebebi üremeyi sağlamaktı, daha nasıl farklı bir şey olabilirdi ki? Lezbiyenlik mi? Bir kez bile düşünmedi, düşünemedi. Yoktu ki öyle bir algısı. Ülkede yoktu bir kere. Eşcinsellik bile erkek egemen bir kavramken, lezbiyenlik nereden çıkıyor? Ha ola ki lezbiyen bu kız, ibnelerle aynı yerde mi tedavi görecek? O kadar erkeğin arasında? Ama onlar ibne? Bu kız da mı ibne? Yok yok, öyle şey mümkün mü ya?
  
Güç bela ailesinden izin koparıp, kız arkadaşlarıyla sinemaya gittiği bir akşam, eve dönüş yolunda tecavüze uğrayıp öldürüldü Klacid’in ablası. Antibiyo’nun başkentinde, sokak ortasında iki adam tarafından kaçırılıp, tecavüz edilip, öldürüldü. Halbuki düşünmüştü, ortalığın pek tekin olmadığının farkındaydı. Yürüyerek dönmektense taksiye mi binsem demişti, ama taksici de manyak çıkabilirdi? Hem bir şey olacak olsa, bağırırım biri duyar, yardım eder veya kaçarım demişti. Bağıramadı da, kaçamadı da… Yürüyerek bir yere ulaşmak kadar normal bir eylemi, başıma bir şey gelmeden nasıl başarabilirim diye düşündürtecek kadar saçma bir sistemde yaşıyordu çünkü. “Yüce Antibiyo Devleti’nin başkentinde sokak ortasında bir kız, kimliği henüz tespit edilemeyen kişi veya kişilerce kaçırılıp, tecavüz edilip, vahşice öldürüldü. Antibiyo Devlet Başkanı bu olayın bizzat takipçisi olacağını, faillerin Hijyenist gruplardan olduğunu tahmin ettiğini ve bu olayı nefretle kınadığını; ancak ailelerin de kızlarına sahip çıkması gerektiğini dile getirdi. ” 1 dakikalık haber yeterliydi, zaten devlet başkanı gerekeni söylemişti.
  
Cipro’nun babası bu haberi ayaklarını kaşıyarak izlerken, pişkin pişkin gülerek “Antibiyolu bir orospu daha gitmiş, iyi işte.” dedi. Annesi “Ne işi varmış canım o saatte sokakta, kaşınmış valla.” dedi. Cipro’nun da fikirleri netleşiyordu, karakteri oturuyordu artık. Ailesinin empoze ettiği güzel ahlak ona şu cümleyi söyletti: “Oh olsun kahpeye!”

Bu olaydan yaklaşık 7 ay sonra, Cipro’nun abisi, -Hijyenist Silahlı Kuvvetler’in üst düzey subayı- Antibiyo  Silahlı Kuvvetleri tarafından yakalandı ve vücudu parçalara bölünerek öldürüldü. Klacid’in babası “Öldürün köpekleri, az bile yapmışlar, soykırım lazım soykırım!” diyerek karşıladı bu olayı. Annesi “Kansızlar, geberin inşallah hepiniz, dinsizler.” dedi. “Dinsiz” kelimesini küfür olarak düşünüyordu. Klacid de muhteşem ailesini utandırmayarak “Yok baba, bunların ellerini ayaklarını kesip, sana yalvartarak yaşatacaksın. Yalvara yalvara ölecek piç kuruları.” dedi. Babası, oğlunu böylesine güzel yetiştirmenin verdiği gururla güldü. Kızının başına gelenlerden beri ilk kez yüzü gülmüştü. Akan kana üzülüp, akan kanla gülmüştü.
  
Klacid, üniversiteyi de okuyup mühendis oldu. Sıkı bir Antibiyo milliyetçisiydi. Ne var ki, hem kendisinin hem de toplumun bastırılması gereken bir dürtü, bir hastalık olarak gördüğü eşcinselliğini bastıramadı. Vatana hayırlı bir evlat olmam gerekiyorsa tedavi olmalıyım diyerek sağlık kuruluşlarına başvurdu. Ailesinin beynine soktuğu kurallarla yaşadığı saçma hayatı boyunca, sahip olduğu tek insani yönünün eşcinsellik olduğunu bilemeden, Antibiyo Devleti tarafından idam edildi. Çünkü siktiğimin devletinin kuralları vardı.
  
Cipro, ağabeyinin yolundan ilerledi, onun kanını yerde bırakmamaya ant içti ve Antibiyo kanı akıtmak için asker oldu. Ailesi böyle hayırlı bir evlat yetiştirdiği için hep gurur duydu. Çünkü ailesi, oğulları ölmüş olmasa da akan kandan mutlu olacak kadar bok zihniyetli bir aileydi. Cipro, bulunduğu bölükte başka bir askerle eşcinsel ilişki yaşadığı tespit edildiği ve bunun bir salgın gibi yayılmasından korkulduğu için Hijyen Silahlı Kuvvetleri tarafından idam edildi. Çünkü siktiğimin yerinde eşcinsellik bir tercih değil; bulaşıcı bir hastalıktı.
  
Bu pislik dünyada “CAN” denen kavram, yapılan kıyasa göre değer buluyor. Öldürülen veya eceliyle ölen kim olursa olsun, canın değeri bir ve hep değerli. Senin “Oh olsun” dediğin, başkasının ana kuzusu. Senin terörist gördüğün, başkasının gözünde şehit; tıpkı onun gözündeki teröristin senin gözünde şehit olduğu gibi. Senin, eşcinsel olduğu için anormal gördüğün insanın canı, senin en sevdiğinin canıyla eşdeğer. Kaybetmesi bu denli olağan bir şey olarak görme şu CAN kavramını. Öldürmeyi normalleştirme. Üzül veya üzülme; ama her bir canın, her bir yaşamın, kaybedilmeyi hak etmeyecek kadar değerli olduğunu bil.

14 Mart 2015 Cumartesi

Çocukluğum ve Rousseau


Jean Jacques Rousseau’nun bir sözü var: “İnsan; düşünmek, sevmek ve inanmak için dünyaya gelmiştir.” Bu sözü ilk okuduğum zaman, bütünüyle hak vermiştim. Hakikaten bunlar için varız diye düşünmüştüm. Ancak daha sonra fark ettim ki bu eylemler, bir amaçtan ya da varoluş nedeninden ziyade, bir zorunluluk haline gelmiş vaziyette. Düşünmek, inanmak ve sevmek eylemlerini, yaşamak için gerçekleştirmek gerekiyor sanki. Aksi takdirde yaşamak güçleşiyor, can sıkıcı bir durum ortaya çıkıyor bir şekilde.

Küçükken annemlerle misafirliğe gittiğimiz zaman, diğer çocuklarla oynamak durumunda kalırdım. Birçok kez, birçok çocuğun, canları sıkıldığı gerekçesiyle ağladıklarını ve evlerine gitmek istediklerini hatırlıyorum. Bir türlü anlamazdım. İnsanın canı nasıl sıkılıyor diye merak ederdim. Bir de baş dönmesi ve baş ağrısına anlam veremezdim o dönemler. Başım dönüyor diyen bir çocuğun, yalan söylediğini ve ilgi çekmek istediğini düşünürdüm. Sonradan anladım ki baş dönmesi, başın fiili olarak dönmesi şeklinde gerçekleşen bir şey değilmiş. Ancak hala o çocukların başlarının dönmediğini düşünüyorum. O yaşta baş mı döner! Neyse.

Can sıkıntısı olayına ise hala bir anlam verebilmiş değilim açıkçası. İnsanın canının sıkılması için, düşünme, sevme ve inanma hususlarından en azından birinde boşluğa düşmesi gerek bana göre. Gerçi bir anlam vermiş gibi görünüyorum böyle yazdığıma göre. Anlatıyorum.

Düşünmek, insan istese de istemese de gerçekleşen bir eylem zaten. Mühim olan ne düşündüğün. Ama tabii “İyi düşün, iyi olsun.” gibi bir klişe ile yola çıkıp hiçbir şey yapmazsan bu düşünceye dair, salt iyi düşünmekle iyi olmaz her ne düşünüyorsan. Telekinezi falan da öyle dillendirildiği gibi kolay iş değil. Yazıyı okuyan ermişleri ve dervişleri istisna tutuyorum.

Sevmek, bana göre hayattaki en güzel eylem. Her şeyi güzel kılan bir özellik taşıyor bu olay. Erkin Koray gibi “sevinceee” diyor insanın her hücresi. Beynin komutları güzelleşiyor mütemadiyen. Severadım gidiyorsun her yere Yılmaz Erdoğan’ın dediği gibi. Herkesi sevin yahu işte. İşinizin adı ne. Zararı da yok hem. Ama öyle laf olsun diye sevmek olmayacak. Harbi seveceksiniz. Harbi derken de öyle ağır abi havalarında değil. Ne olursa olsun sevmekten bahsediyorum. Anne gibi. Ama çok zor tabii bu. "Sevmek çok zormuş." diyor ya Orhan Gencebay, öyle harbi. Ama yine de, sevince seviliyor. Başaran varsa onları da tebrik eder, başarılarının devamını dilerim.

İnanmak, bütün insan eylemlerinin içerisinde var olması gereken bir şey. Hem o eylemlerin gerekçesi, hem de sonucu. Hem varoluş nedeni, hem de ulaşılacak amaç. Düşünmekten yola çıkarsak, düşünceyi değerli kılan şey, o düşünceye inanıyor olmak. Sevmek noktasında zaten aslolan şey, sevgiye duyulan inanç. Gerçi bakmayın böyle yazdığıma. Zaman zaman inanmadığım düşünceleri, sırf karşı tarafın düşüncesinin temelsiz oluşu nedeniyle savunurum ben. Ama bunun temelinde de inandığım şeyin doğru mu yanlış mı olduğunu anlamak isteği var bana göre. Aynı zamanda karşıdaki insanın daha bi’ düşünmesini, inanıyorsa eğer inandığı şeyi sorgulamasını sağlamayı da hedefliyorum içten içe.

Kısacası; düşünmek, sevmek ve inanmak kabiliyeti hakkıyla mevcutsa bir insanda, can sıkıntısı kendine yer bulamaz o kimsede. Bence tabii.

Bir de tabii, Allah can sağlığı versin. O da mühim.