fiko

Haftanın Konusu

Yeni konumuz "Hayır, hayır, hayır... Kime söylüyorum ki şarkıyı?'. Bu kez her şey çok basit: ya evet diyeceksiniz, ya hayır...

21 Şubat 2015 Cumartesi

Hadi ben yattım!


Aylardan mayıs, vakitlerden akşamüstü… Barbaros Bulvarı’ndan iniyorum hızlı ve büyük adımlarla… Saçlarım, yanaklarımın ve kulaklarımın üzerine çarpıp duruyor yürürken ritme uygun olarak… Karşıda Kız Kulesi görünüyor sonra… Masumiyet akıyor lacivert eteklerinden… Edalı bir bakış atıyor sanki inceden esen rüzgarla… Aylardan mayıs, vakitlerden akşamüstü…

Sokaktan geçen insanların hiçbirinin umrunda olmamak, hakikaten harika bir duygu. Yalnızlık gibi değil, özgürlük gibi. Köyiçi kalabalık ama bana dokunan yok. Kimin kime dokunduğu konusunda da bilgim yok açıkçası.

Bira köpüklü olunca daha iyi olmuyor mu ya sizce de?

- Eyvallah kardeş.

Etrafta müzik falan yok ama ruhumda Todo Cambia çalıyor oturduğumdan beri. Aylak’ta değil, Küba Devrimi’ndeyim sanki. Şili’de şiir tarlalarından geçip özgürlük denizine atlıyorum zannedersin. Arjantinli olup da; bana göre Messi’den, Maradona’dan daha çok sevdiğim ablam Mercedes Sosa sayesinde umutlanıyorum. Huzuru hissedip cesaret doluyor ruhum. “Değişir, her şey değişir.” diyor parçada. Değişmesine üzüldüğüm şeylere, “Yahu her şey değişiyor bak! Ne olacaktı yani?” diyorum. Değiştiremediğim şeylere, “Değişir, merak etme, değişir.” diyorum.

- Ya şu bardağı değiştirsek mi? Arjantin bardağın ağzı kalın ya hani.

Küçükken mutluydum sanırım. Anneannem un çorbası içirirdi iki katlı binanın bahçe duvarında. Taşla kale yapmış, cadde üzerinde top oynayanları izleyeceğim. Yaşım en fazla 5. Akşamüstü yine. Yine ilkbahar mevsim. Hava kararınca dağılacaklar. Kimin kazandığını oynayanlardan daha çok dert ettiğim kesin.

Küçükken mutluydum sanırım dedim ama, şimdi fark ediyorum ki mutluluk değil, tasasız olmak o bahsettiğim. Mutluluk başka bir şey. Mesela en mutlu olduğum an, UEFA Kupası’nı aldığımız an olabilir. “Gol Leventçim, gol!” sesleri falan. Gerçi konu rüyaydı. Bu gerçek bildiğin. Malumunuz, “Gerçekleri tarih yazar, tarihi de Galatasaray!”

Gerçi insan bilmediği ya da düşünemediği şey rüyasında göremezmiş. Rüyaların hepsi gerçek o yüzden. Bence yani.

Yahu birilerinin istediği gibi düşünmesi ve istediği gibi yaşaması neden ağır geliyor insana? Hakikaten anlayamıyorum. Nedir lan sizin olayınız? Ne yani? Sizi üstün kılan şey ne? Daha modern(!) olmak mı? Daha bilgili(!) olmak mı? Bilmek(!) ne ki? Modernite(!) ne ki? Düşündüğün zaman, herkes osuruyor sıçarken. Ne yani farkın?

Küfür edeceğim arkadaş. Israrla küfür edeceğim. Hatta edeceğim değil, edicem. Amınıza bile koyucam yani. Yeter lan!

Sosyal mesaj verme kaygım falan yok ama, mutlak monarşi büyüktür demokrasi. Monark kardeşimiz vicdan sahibi olsun yeter ki.

- Buyurun hocam? Evet hocam uyanamamışım. 20-25 dakikaya okuldayım. Tamam. Hallediyoruz onu.

İnsanlık nedir bilmeyen orospu çocuklarının bu denli çok olduğu bir dünyada, insan haklarından bahseden kimselerden iğreniyorum.

Konu rüyaymış. Uyanın amına koyim. Ne yatması!         

20 Şubat 2015 Cuma

Bildiğin Rüya (Düz rüya)


En gerçekçi dünya belki de. Hayal alemi olarak nitelenen en gerçekçi dünya. 

Gün içinde yaşanan rutin olaylara verdiğim tepkilerin olağanlığından, sürpriz olarak gördüğüm çoğu duruma ne tepki vereceğimi bilemiyorum. Ve hatta daha ötesi, farkında olarak verdiğim tepkinin içerdiği duyguyu tam olarak yaşayamıyorum, hissedemiyorum. Hani sigara içenlerin koku duyusunda azalma olur ya, veya hasta olduğunuzda hiçbir şeyin tadını alamazsınız ya, öyle bir şey. Karşılaştığım şaşkınlık verici olay beni mutlu etse de, kızdırsa da, üzse de; ben bunu tam anlamıyla yaşayamıyorum. Öyle kısa ki o duyguyu yaşayışım, belki 2-3 saniyelik bir şey. O 2-3 saniyeden sonra olayı ana hatlarıyla kabullenmiş oluyorum her türlü. Bazıları anın keyfini çıkarmak diyor ya, yok, onu yapamıyorum.

İşte bu rüya denen güzellik, benim yaşamaktan yoksun kaldığım duyguları bana doyasıya yaşatan tek yer. Yaşadığım en büyük mutluluğu ben rüyamda yaşadım. Öyle gerçek öyle kalıcıydı ki, uyanık olduğum süre boyunca yaşadığım mutlulukların fersah fersah ötesindedir. “Bana mutluluğun rüyasını görebilir misin Fiko?” deyin, gelin sokayım sizi o rüyanın içine, yaşadığınız mutluluklara küfredersiniz.

Fiziksel acı anlamında çok büyük şeyler yaşamadım bugüne kadar. Birkaç kez ameliyat oldum, onların ağrısını da ameliyat öncesi ve sonrası aldığım ağrı kesicilerle hafiflettim. Ama siz bir de beni rüyada bıçak yerken görün... O acıyı yaşasanız bir bağırırsınız, yedi ceddiniz mezardan kalkar gelir ne oluyor diye, o kadar derinden girer o bıçak.

Çok büyük aşk yaşıyorsunuz, değil mi? Aşkitonuz olmadan nefes alamazsınız, ölürsünüz, onsuz bir hiçsiniz he mi? Kim bilir kaç insana böyle hissettiniz, sonra ne oldu? En fazla 1 saatlik ayrılık konuşması - ki o bile çok, ben fazladan söyledim-, bitti. Bazen bitti diye üzülüyorsunuz, bazen o da yok... Ben rüyamda bir aşık oluyorum, sırılsıklam. Ferhat'ın deldiği dağ, küçük çocuğun yaptığı kumdan kale kalır benim aşkımın yanında. Hele bir de rüya platonik başlar, sonunda kavuşmayla biterse... Ya ben bir keresinde tanıdığım bir kıza rüyamda aşık oldum, uyandım 2 gün aşık gezdim o kıza. Sonra geçti, neden? Kız kabul etmedi, şaka şaka. Hepsi rüyada gerçek çünkü, hepsini orada yaşadım ben. Birlikte olduğumda yaşayacağım mutluluğun ötesini yaşadım. Zaten o kızın hayata bakış açısıyla birlikte olmamız mümkün değildi de, ben o kızı ideal kız arkadaş olarak kafamda oluşturup, onunla mutlu olduğum bir dünya yarattım, çok da güzel olmuştu. Şu an “Siktir lan, öyle mantık mı var?” diyorsunuz değil mi? Aynısını ben de size diyorum, siz o mutluluğu zamana yayıyorsunuz, hatta onu da yapamıyorsunuz; ben o mutluluğu sizden kısa; ama sizden yoğun yaşıyorum.

Cinsel içerikli rüyalarıma girip, hiçbirinizin moralini bozmak istemiyorum. Yaşamanızın imkansız olduğu hazları salyalarınız aka aka okutmak istemiyorum size. Zaten anlatmaya başlarsam yazının sonu gelmez, burayı pas geçelim.

Lan ben rüyamda Amerika'ya gittim, Brad Pitt ve Angelina Jolie'nin evine girip kek yedim, sonra Angelina'yı Ali Sami Yen'e getirdim, Cimbom gol attı, Angelina'yı tribüne yengeniz olur diye emanet ettim, sahaya atladım Baros ile gol sevinci yaşadım, maç çıkışı bara gittik, işemeye tuvalete girdim, çıkışta Angelina ile Baros'u öpüşürken buldum, atar yaptım "Ne ayaksınız lan siz!" diye, bana siktir çektiler, üstüne Baros beni dövdü. Aşka saygımdan eyvallah dedim çıktım sokağa, telefonumda Brad arıyor yazısını görüp, sizin o vücudum keşke böyle olsa dediğiniz adamdan dayak yeme korkusunu yaşadım. Aşk, ihtiras, şehvet, tutku, sevinç, ihanet, korku... Ben bunların hepsini tek rüyada dibine kadar yaşadım, doya doya. Lafa gelince siz hayalperestsiniz ama, hayallerinizi de sikeyim ayrıca, monoton orospu çocukları sizi. 

Tek bir büyük gerçek var, sizin günlük yaşamınızla benim rüyalarım kapıştığında yenileceğim, ölüm. Onun sebebi de sürekli rüyada olamamam, sürekliliği bir sağlasam, onda da siz zamanla alışırsınız; ben ilk anki üzüntüyü hep yaşarım. Gerçi bunu ne kadar isteyeceğim de şüpheli, hatta istemem. 

Lafın özü, yapamıyorum arkadaş, doya doya hiçbir şeyi yaşayamıyorum. Yaşıyor gibi görünmeyi öğreneli çok oldu da; yaşamayı öğrenemiyorum. Sadece rüyada yaşayabiliyorum tüm duyguların en üst noktasını. Rüyalarda yaşıyor bazı ibneler dediğinizi duyar gibiyim; ama en azından yaşıyorum lan.

Gerçekler Rüya Olsa


*Genelde günlük telaşlarınla ilgili rüyalar görüyorsun. İki gün sonra ciddi bir sınava gireceksin, önemli bir maç var vs… Onlarla ilgili ihtimalleri rüyanda görüyorsun; sürekli hayatında olan ve düşündüğün insanları göremeyebiliyorsun. Belki de bu kişiler seni strese sevk etmediği için… Hulki Saner’in “rüyalar gerçek olsa seni her gün görürdüm” eserindeki gibi değil de, “rüyalar gerçek olsa seni sittin seni göremezdim” hali var yani.

Ancak bu “rüya” mefhumu, o kadar da basit açıklanamıyor. Mesela iki gece önce gördüğüm rüyaya göre; ALES’e gireceğim, öncesinde bir kıraathanede eşofmanımla yemek yiyorum, ALES için sınav yerine gittiğimde montumu yanıma almadığımı fark ediyorum, tam bu farkına varış halinde telefonum çalıyor, arayan kıraathaneden bir ağabey, ben de deparla montumu alıp sınava yetişiyorum.

“Kıraathanede yemek yemek”, “montun kıraathanede unutulması”, “kıraathanenin beni cepten araması”, “ALES’e kıraathaneden çıkıp gitmek” olguları nasıl bir iç dünya ile açıklanabilir, hiçbir fikrim yok.

Ama şu konuda netim: İçeriği Lütfü Bey’in hoşuna gitmese bile en güzel rüya, bize Tosun (Şaban) Paşa’nın anlattığı ve Seferoğullarından birinin Lütfü’nün kafasını ota sokmasıyla biten rüyadır. Belki de Tosun Paşa anlattığı için öyle geldi.

* Hadi rüyaları bir şekilde açıkladık diyelim. Benim en imrendiğim, şu “lucid dream” gören arkadaşlar. Lucid dream halinde kişi, rüyada olduğunu biliyor ve davranışlarını yönlendirebiliyor. Sadece mekana razısın. Bir nevi Counter Strike yani. Ya teröristsin ya anti-terörist ve harita da Aztec, Dust 1, Dust 2 filan… Gerçi bir fark var, oyun esnasında bu haritalardan çıkma şansın yok; halbuki lucid dream halinde herhalde, “benim ne işim var kıraathanede, yemişim ALES’i malesi, İtalya’ya gidiyorum ben a… k…” diyebilirsin.

Lucid dream gören birinin (tabir için, o alanla ilgilenenlerin affına sığınayım,”lucid dream görmek” veya “rüyanın lucid dream olması” veya başka bir şey), yani öyle bir kudreti olan birinin herhalde olaya direkt ünlülerden girmesi beklenir (girmesi derken, zannediyorum lucid dream insanları, rüyasında göreceği kişileri de yoğunlaşarak veya başka bir şekilde ayarlayabiliyor). Kimse, mekanında adana dürüm yediği Musa Abisini görmek istemez. Bir de, bu lucid dream işini yemiş, istediğini görebilen ve ona karşı davranışlarını yönlendirebilen bir kişi, hayatla ilgili, “çekerim halayımı s.kerim alayını” şeklinde düşünür herhalde. Bu cihetle günlük hayatla ilişkiyi kesmek ve lucid dream’le “gerçekten” özgür olmak. Kulağa hoş geliyor (biz günahkarlar bu fani dünyada hayırlı birer insan olursak lucid dream’ler görebileceğiz). Ama olumsuzlukları da vardır mutlaka, insanı depresyona falan sokar bu lucid dream hali.

* Yukarıda söylediğime döneyim. Sürekli düşündüğün ve seni strese sokan kişi olsaydı bu rüyalarda gördüğün kişi, herhalde benimki Tayyip Erdoğan olurdu. Halbuki o, başımıza gelen musibetlerde “ne olur bu bir rüya olsun” şeklinde haykırmamıza sebebiyet veren kişilerin başında geliyor. Yani artık, “rüyalar gerçek olsa” değil, “gerçekler rüya olsa” diyoruz, odur sıkıntı.

Git gide daha az yaşanılası ülkemizde, sadece rüyalarımızı değil, yaşama hakkımızı kontrol edebileceğimiz günlerin bizi bekleyeceğini umalım, belki çok da uzakta değildir.

İnsanın İnsana Ettiğine Bak


1 Aralık 1987 doğumluyum. Bunu, hangi burç olduğumu anlatmak için söylemedim. Zamanın kime göre erken, kime göre geç, kime göre vaktinde olduğunu anlatmak istiyorum sadece. Bir şeyin sonunda ya da başında olmayı sevmiyorum. 12 aylık bir zaman diliminin başı ve sonu... Düşünsenize, baş ve son mevzu bahis olduğunda bin bir türlü hengame ortaya çıkıyor. Yok yeni yıl, yok yıl sonu, yok hesaplar, yok beklentiler... Baş ve son meselesi gereksiz planları ve hayalleri beraberinde getiriyor. Bir sürü keşkeli cümle kullanıyorsun. 12. ay doğmak bence bir çocuk için talihsiz bir zaman. Mayıs ayını tercih ederdim. Haziran da olabilir. Öyle olsaydı, belki de hayatım bambaşka ilerleyecekti.

İki amcamdan bir tanesi eski bir futbolcu benim. O sebepten, tüm sülale futbola bir hayli ilgili ve bilgili. Kötü para kazanmamış bizim amca, dolayısıyla da aileye epey bir yardım etmiş. Doğan her çocuğa potansiyel topçu gözüyle bakılıyor. Amca sanki Maradona'ydı da, genleri bize geçecekti anasını satayım. Alelade bir topcuymuş işte. Bizde şampiyon geni olduğunu falan sanmıyorum yani. Sokakta kim o kadar top oynasa, topçu olabilirdi bence. Tabii bunu gel de sülaleye anlat. Babam hesapçı bir adamdır. "Suyu çaydanlıkta kaynattığımda mı daha çok masraf yaparım, kettle'da ısıttığımda mı"nın bile hesabını yapar. Ben 12. ayın başında doğunca da, adamın kafası hemen düşünce gark olmuş doğal olarak. Nasıl olsa futbolcu olacağım ya, bir yaş bir yaştır demiş. Tam tamına bir ay boyunca bekletmiş beni nüfusa yazdırmak için.Yani aslında ben 1 Ocak 1988 doğumluyum. En azından kağıt üzerinde öyle gözüküyor. Hiç doğum günü kutlamadım ama, 1 Aralık, 1 Ocak'a nazaran daha çok heyecanlandırıyor beni. Bir kız arkadaşım olsaydı, Aralık'ta kutlamasını isterdim kesin. Yalana, dolana, düzenbazlığa, sahteciliğe çok kılım. Neyse, konumuz bu değil. Topçu doğmuşum ben, sırf amcam yüzünden. Yahu, amcam dışında bir kişi daha sporla uğraşsa, sporcu olsa diyeceğim ki, tamam. Ama yok işte. Bırak sporcuyu, sağlıklı bir birey bile yok. Beş yaşımdan beri sağ ayak, bazen sol ayak bir şekilde topa vurdum. Kulüpler, okul takımları, antrenörler, menajerler... Hepsini çok iyi tanırım. Size yemin ediyorum, bir edebiyat öğretmenini, bir bilim adamını, bir yazarı, bir müzisyeni tanımayı yeğlerdim. Bunu şimdiki ben söylüyor tabii. Şampiyonluk maçında iki gol attığımda götüm sanki atmosferdeydi. İnsanlar küçücük gözüküyordu, yüksek bir tepeden onlara bakıyormuşcasına. Amcam sağ olsun, yanlış bildiği ne varsa benim yapmama izin vermediği için, alt yaş gruplarında ondan daha iyi bir topçu oldum. Gelecek vaat ediyordum. Milli bile olmuştum. Yalnız atlamayalım, rakiplerimden her zaman fiziki olarak daha iyiydim. Çünkü hiçbir zaman oynamam gereken yaş kategorisinde oynamadım. 18 yaş altı takımında oynamam gerekirken, babamın kurnazlığı sayesinde 16 yaş altı takımında oynadım. Bir ay geç nüfusa yazılmak, hayat standardımı iyi yönde korkunç bir şekilde etkilemişti. Kime omuz atsam yıkardım. Beynim daha erken olgunlaşmıştı. Milli topçuydum ulan, daha ne anlatayım. Kaç milyonluk bir ülkede kolay iş değildi baktığın zaman. Köpekler gibi antrenman yapıyordum. Çalışıyordum. Fakat hepsi buydu. 18 yaşımı yenice bitirmiştim ve şansız bir pozisyonda, zeminin de kötülüğü yüzünden sağ ayak bileğimi kırdım. Neredeyse altı ay futbol oynayamadım. Deli gibi korkar olmuştum her şeyden. Yuvarlanan bir topa vurmak, gelen bir tırın altına girmek gibi ürkütüyordu sanki beni. Özgüvenim gitmişti. Yine de, fiziksel ve psikolojik olarak aldığım destekler sayesinde geri döndüm. Yeşil sahaya tam anlamıyla döndükten sonra, daha ilk maçımda, bu kez de sol ayağımı kırdım. Ronaldo'yu hatırlar mısınız? İnter döneminde, başına buna benzer şeyler gelmişti hani. Hayvanın oğlu öyle bir girmişti ki ayağımdaki topa, sol bacağım, rakibimin iki ayağı arasında bir kalem gibi gitti. Benim için her şeyin sonu gelmişti. Ailem için de öyle. Bırakın top oynamayı, dışarı bile çıkamıyordum. Kimlere gösterdiler, kimlere götürdüler ama kar etmedi. Ödüm kopuyordu koşarken bile. 18 yaşındaydım ve kötü başlamayan kariyerim bitmişti. Ayağımı kıran çocuğu araştırdım bir zaman sonra. Büyük bir kin duyuyordum herife. Garip bir şekilde fark ettim ki, o da 1 Ocak 1989 doğumluydu. Bizim camiada 1 Ocak'ta doğanlara şüpheli bakarlar. Kuvvetle muhtemel babalarımız benzer düşünce yollarından geçmişti. O an kendi kendime şunu dedim: bir yıl büyük olsam ve bu yaş kategorisinde olmasam, belki de ayağım kırılmayacaktı. Babam belki de kötü bir karar vermişti.

Beş yaşından beri uğraştığın bir dalda başarısız olmak ve hedeflediklerinin doğrultusunda bir duvara toslamak insana katlanılamaz bir acı veriyordu. Altı ay peşinden koştuğu kızı tavlayamayan insanların bu dediğimi anlayabilmelerini beklemiyorum. Tüm hayatım, futbolcu olmak üzerine kurgulanmıştı. B planım bir kez olsun yoktu. Amcam futbolcu olmam için elinden geleni yapmıştı ama futbolcu olamadığım takdirde ne yapacağımla ilgili bir kez olsun aklını çalıştırmış değildi. Elimden iş gelmezdi, kafam herhangi bir konuya basmazdı. Bir-iki kez elime kitap almışlığım vardı takım kamplarında yatmaya doğru niyetlenmişken. Hem takım arkadaşlarım, hem hocalarım hemen dalga geçmişti benimle. Ne o len it, alim mi olacaksın başımıza dediler. O zamanlar haklı geliyorlardı söylediklerinde. Şimdi hepsinin ağzına sıçmak istiyorum. Bankada az biraz param vardı kazandığım. Ya onunla kendime bir iş kuracaktım, ya da kıytırık bir işe girecektim. Parayı çarçur etmek istemediğim için ilk olarak işe girme tercihini kullanmak istedim. Fakat herkes ağzını askerlik kelimesiyle açıyordu. 35'ime kadar futbol oynayacağımı düşündüğüm için askerlik hiçbir zaman gündemimde olmamıştı. İlk kez bu kadar yakındım üniformalı soytarıların arasına girmeye. Lise mezunuydum. Bütün topçuların, haybeden sınıfı geçtiği bir liseyi neredeyse hiç okula gitmeden bitirdim. Bunun hayattaki karşılığı 12 ay demekti. Paşa paşa sürünecektim. Tek yırtar yolum vardı, o da bedelli askerlikti. Hükumet en başta, haktan, adaletten, fakirle zenginin bir olduğundan bahsetmişti ama her zamanki gibi söylediklerinin tam tersini yapıp, bedelliyi çıkaracaklarından kimsenin şüphesi yoktu. İki, üç ay civarı bekledim. Parti grup toplantıları, Milli Savunma Bakanı'nın açıklamaları derken ilk kez gazetenin spor sayfaları dışında bir şey okumaya başlamıştım. Ülkeye para lazımdı. Önümüzde genel seçim vardı. Her şey bedelli askerlik için uygun gözüküyordu. Fakat bir önceki yasanın bedelini ödeyecek meblağ bende yoktu. Hoş, bir önceki yasaya göre yaşım da tutmuyordu. Ortalıkta dönen rakamlara göre hesabımı yapıyor, bir umut besliyordum. Hükumet daha fazla beklememize razı olmadı ve sonunda ağzından bedelli lafını çıkardı. İlk olarak paraya odaklanmıştım. Yaştan daha önemli bir kriterdi benim için. 18 bin dediler. Epey sevindiğimi hatırlıyorum. İş kurmak için ayırdığım paranın önemli bir kısmı gidecekti belki ama hiç değilse 12 ay askerlik yapmayacaktım. Bu sevinci yaşarken yaş sınırına hiç dikkat etmemiştim. Meğer, sevinç sonrası ağır bir hüzün beni bekliyormuş. 31 Aralık 1987 doğumlu olanlar, yasadan yararlanabilecek son şanslı kişilerdi. Tam tamına bir gün ile bedelliyi kaçırdım. Tam tamına bir ay ile yırttığım bedelliyi, tam tamına bir gün ile kaçırdım. Babam yüzüme bakamıyordu neredeyse. Celp dönemim geldiği için çaresiz bir şekilde kışlanın yolunu tuttum. Kimse eski topçu olduğuma, milli olduğuma inanmıyordu. İlginç bir şekilde, gol atmak dışında bir hünerim de, askerlikte, silahı elime alıp atış taliminde bulunduğum sırada ortaya çıktı. Tam istediğim yere çakıyordum mermiyi. Hedef göstermeleri yeterliydi. Başka bir hayatta, bu devletin tetikçisi bile olabilirdim. Eli silah tutan, kafası hiçbir şeye basmayan, iyi nişan alanlara vurdurtmadılar mı o güzelim insanları bunca zamandır? Gidenler iyi bilir, askerliğin denetlemeleri meşhurdur. Kısa dönemleri bilmem ama, uzun dönemler illa ki bu zırvalığa denk gelir. Keskin bir nişancı olarak atış takımının en birinci üyesi bendim haliyle. Ömrümde ilk kez silah görüyordum ama elimde tuttuğum tüfeğin 50 yıllık olduğunu anlayabilecek kadar aptal değildim. Bazen tıkanır, bazen mermi sektirir, bazen tutukluk yapar, bazen ateşlemezdi. En az askerlik kadar beş para etmez bir tüfeği zimmetime geçirmişlerdi. Her tetiğe bastığımda, sanki ayağım bir kez daha kırılacakmış gibi korkardım tüfeğin yüzümde patlamasından. Bu senaryo gerçekleşseydi çok şaşırmazdım. İki kez ayağı kırılan bir insanın makus talihi için çok da kötü bir hikaye sayılmazdı çünkü. Bereket, silah hiç patlamadı. Ama yanımda benimle birlikte denetime tabi asker arkadaşımın yanlışlıkla beni vuracağını hesap edememiştim. Hedef tahtama doğru giderken bir anda tüfeğini ateşlemiş ve beni kolumdan vurmuştu. Mermi, koluma girdi, kemiklerimi kırdı ve çıkarken etimi dağıtıp toprağa saplandı. Ayağım ikinci kez kırıldığında kurşun döktürmek istememin, bir mermi yemem anlamına geleceğini bilseydim, kurşun döktürmeden, muskadan, üfleyenlerden koşarak kaçırdım. O an, bedelliden yararlanamamanın üzüntüsünü bir kez daha yaşadım.

Yaşıtlarımın, hayatımızın baharı diye tabir ettiği yıllarımda iki ayağımı ve bir kolumu işlevsel bir şekilde kullanamıyordum. Bir ayla iyi topçu olacakken, bir ayla sakat bir insan oldum. Bir şeyin sonunda ve başında olmayı sevmiyordum bu yüzden. Neyse ki, ilk kez son kavramının beni mutlu ettiği bir ana denk geldim de, bu her anını hatırladığım, neredeyse bir film kadar uydurma, fakat Türkiye'de gerçekleşmesine şaşırmayacağımız kadar gerçeğe uygun rüyanın, kimine göre kabusun, sonuna gelmiştim. Uyandığımda önce iki bacağıma, sonra koluma, daha sonra da nüfus cüzdanıma baktım. 22 Mayıs 1988 yazıyordu. Rahatlayıp bir kez daha uykuya daldım.