fiko

Haftanın Konusu

Yeni konumuz "Hayır, hayır, hayır... Kime söylüyorum ki şarkıyı?'. Bu kez her şey çok basit: ya evet diyeceksiniz, ya hayır...

18 Nisan 2015 Cumartesi

Kenardan Geçeyim Yol Sizin Olsun!


Coğrafya deyince aklınıza gelen ilk şey ne? Benim aklıma ders geliyor. Ortaokul ve lise zamanlarındaki coğrafya dersi. Tarih deyince ders. Matematik deyince ders. Fizik deyince ders. Bize ders diye öğretildi. Bu kavramların bu şekilde aklıma geliyor olması bile, bu derslerin hakkıyla verilmediğini gösteriyor açıkçası. Dersleri veren öğretmenleri ya da hocaları suçlamıyorum asla. Onlara da öyle öğretilmedi çünkü. Sistem bu.

Bu sistemde hukuk sadece bir fakülte. Tıp da öyle aynen. Halbuki bilim bunların tamamı. Ama öyle kodlanmadık maalesef. Hukukçu olmak bir meslek. Hekim olmak keza. Meslek ne peki? Para kazanmak için gerekli olan bir yol sadece. Sen para kazan ki, sonra bu parayı harca. Sonra ben kazanayım. Sistem bu.

Eğitim sistemi, ülkedeki en önemli problem bana göre. Bahsettiğim şey, insanların 3 saatlik sınav ile hayatlarının şekillenmesi falan değil kesinlikle. Bu ne ki? Bu değil problem. Sınava giren herkes soruların tamamını doğru yapsa bile en büyük problem eğitim sistemi. Tarih sorularının tamamını yapınca tarihini biliyor musun ki? Bulunduğu coğrafyayı biliyor mu ÖSS birincileri? Bu konular üzerine düşünüyor mu? Hayır. Ben de düşünmüyorum, bakmayın böyle üst perdeden konuştuğuma. Düşünme diyor sistem. Soruyu çöz, geç diyor. Sorunları çözmeye çalışma, çözemezsin diyor. Çözmek istemeye çalışsan, bu kez de tatava yapma diyor. Felsefe yapma bana diyor. Zaten felsefe yapmayı da öğretmedi ki yapayım. Felsefe bile ders baktığın zaman. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi diye de bir ders vardı yaa bu arada. Şimdi aklıma geldi. Bu derste ahlaka dair ne öğretildi? Bırak ahlakı, dine dair de bir şey öğretilmedi. Öyle bir eleştiri de var ya hani gayrimüslim ya da özgürlükçü seküler kesimde, bu dersler kalksın falan diye. Bence asıl tepkiyi Müslümanların koyması lazım yozlaşmaya neden oluyor diye. Ama onlarda da tefekkür yok ki. İhlas Suresi’ne Sübhaneke diyen insanlar diye basit dincilik yapmayacağım. Ama İhlas’ın ne olduğu konusunda zerre kadar tefekkür etmeyip ulema geçinen insan yığını ile her gün yüz yüzeyiz. İmanın şartlarını sayınca mümin, İslam’ın şartlarını sayınca Müslüman olunmadığı bilmedikleri gibi; salt bu eylemleri yerine getirince de bu sıfatların kazanılmadığından haberleri yok. Günlük yaşamında hak ye, dedikodu yap, vergi kaçır, nefsin zaten seni almış götürmüş; sonra ben bi’ abdest tazeleyeyim, vakit yaklaştı mı gibi ifadelerle pozculuk yap. Cheese de muhterem! Mobeseler, selfieler yokken Kiramen Katibin vardı. Neyse, ders diyordum. Felsefe diyordum. 5-10 soru çıkıyordu altı üstü Felsefe’den. Paragraf sorusu o da. Paragrafa göre çöz diyor. Bildiklerini unut diyor. Benim sana verdiklerime göre çözeceksin diyor. Yanlış verdiysem bile o yanlışlara göre değerlendir diyor. Doğruyu yanlışı ayırt etmenin zamanı değil şimdi diyor. Benim doğrularım var diyor. Sorduğum soruya cevap ver, konuşma diyor. Değerlendireceğin şeyler de benim sunduğum cevaplar arasından olacak diyor. Sen de soruyu çözüyorsun. Doğru çıkarsa seviniyorsun falan. Bildiğini zannediyorsun. Halbuki bildiğini zannettiğin şeylerin ne olduğunu bile bilmeden, kendi amacı hariç hiçbir amaca hizmet etmeyen, hiçbir gerçekçi sorunu çözmeye yaramayan bir soruyu çözüyorsun, o kadar. O zaten onu istiyor. Suni soruları çözmeye çalış. Nasıl olsa çözsen de bir şey olmayacak. Olacak olan şey sadece, sen bu sorularla uğraştıkça, gerçek sorunlardan uzak kalacak olman. Gerçek sorunlar kalsın. Kalsın ki o hüküm sürsün. Sistem bu.

Şimdi biraz da antitez ş’apacağım.

Yukarıda bahsi geçen derslerden birinde, bir şey öğrenmiştim. Kendi kendime öğrendiğimi zannettiğim bir şey işte. Ya da öyle kodlanan bir şey işte, anlayın. Düşünürlerin büyük çoğunluğunun Antik Yunan’dan çıkması ile ilgili olarak, Antik Yunan’da geçim sıkıntısı olmaması nedeniyle insanların bu yola doğru yöneldikleri söylenmişti. Geçim derdi ya da para derdi olmayan insanın düşünmeye yönelmesi, çözüm üretmeye yönelmesi gibi bir sonuç ortaya çıkıyordu yani. Para derdi olan insan düşünmüyor mu? Düşünüyor tabii ama para kazanmayı, geçinmeyi daha çok düşünüyor falan işte. O zaman geçim derdini ortadan kaldırırsak düşünceler, başka bir yola doğru yönlenir denebilir. Aslında var ya, parayı kaldıracaksın, gör neler olur da, paragrafa göre çözeceğiz. Sistem bu.

Yukarıda bahsettiğim şeyleri birbirine bağlıyorum ufaktan. Bir önceki paragrafta belirttiğim şeyler, günümüz jargonunda daha farklı şekillerde ifade ediliyor. Gelişmekte olan ülke diye bir kavram var mesela. Paragrafa göre belki bilemiyorum ama var. Neyi ifade ediyor bu kavram? Gelişmekte olan ülkeler; gelişmiş ülkelere göre daha düşük bir yaşam standardı, tam olarak gelişmemiş bir sanayi alt yapısı ve görece daha düşük insani gelişim endeksinin mevcut olduğu ülkeleri ifade ediyor. Söz konusu endeks ise; Dünya'daki ülkeler için yaşam uzunluğu, okur-yazar oranı, eğitim ve yaşam düzeyi doğrultusunda hazırlanan bir ölçümü ifade ediyor. İnsanların yaşam standartları, çocukların yetiştirilmesi, uzun ve sağlıklı yaşam, okur-yazar oranları, kişi başına düşen milli gelir, alım gücü, üretim gücü ve altyapı imkanları vs. gibi kıstaslara göre bu endeks belirleniyor. Bu açıdan bakıldığında, insanların bazı şeyler üzerine düşünmeleri, tefekkür etmeleri, felsefe yapmaları için; kişisel ve çevresel faktörler anlamında belirli bir seviyeyi aşmış olmaları gerekiyor. Çok basit ifadelerle, temel haklar sağlanmadan mesela, temel özgürlüklerin var olabilmesi mümkün değil. Yaşama hakkı henüz tam sağlanamayan toplumlarda, düşünce özgürlüğünün olmaması gayet doğal mesela. Kendi kendime güldüm bu arada ama hakikaten bayılıyorum şu düz mantık olayına. Aç karna çay içilmez yani. İçsen de bir yere kadar içersin. Esas tadı alamazsın. Alsan da uzun sürmez. Doyman lazım önce. Tamam daha fazla basit ifade kullanmayacağım. Anlatmaya çalıştığım şeyi anladınız.

O kadar ülke dedik, eğitim sistemi dedik; malum seçim de yaklaşıyor, kahve köşelerinde, kantinlerde, whatsapp gruplarında konuşuluyor artık iyiden iyiye. Kim ne kadar oy alır, yiyor ama çalışıyor, HDP barajı geçer mi, hem yiyor hem çalışmıyor, onlar-biz ve bu ayrımların türevleri, uzar gider bu muhabbet… Siyasete de bi’ değdirelim diyorum, ne dersiniz...  

Hazır konu da yolken, siyaset de demişken; konu ile bağlantılı olarak duble yol ile bitireyim. İleride, duble yolların olmadığı ülkelerden filozof çıkmaz diye sonuçlar çıkacak. Hakikaten inanıyorum buna. Bu işler sırayla olur. Gelişmekteyiz. Paragrafa göre yani. Bana kalırsa parayı kaldır, hatta hiç yol da olmasın. Yol problemi de olmaz hem. Kimse yolunu bulma derdine de girmez. ÖSS de olmaz. Gidiş yoluna puan verecek misiniz hocam sorusu bile kalkar ortadan.

Böyle bitirmeyecektim yaa ben yazıyı. Ama bitirdim... Bitirdim... Bitirdim...

Dire Straits’in hemen hemen her gün dinlediğim bir parçası var. Parçanın adı Telegraph Road. Bu parça hayatımı üzerine kurduğum parçalardan biri. Bu arada hakikaten hayatıma yön veren, bende esas teşkil eden birçok şeyi; türkülerden, şiirlerden, şarkılardan, romanlardan, hikayelerden falan aldım. Neyse, bu parça da onlardan biri işte. Diyor ki Mark Knopfler kısaca... Bi’ adam eski bir yoldan geldi. Issızlığın ortasında bir yere yerleşti. Hayatını oraya yerleştirdi. Kimse yoktu. Sonra kiliseler geldi oraya, okullar geldi, kanunkoyucular geldi, kurallar geldi, fabrikalar geldi, savaş geldi, nefret geldi, umarsızlık geldi, ölüm geldi. Ulan kimse yoktu lan diyor. Allah belanızı versin lan diyor. Yolun anasını siktiniz ulan amını yolunu siktiklerim diyor.

Küfür için kusura bakmayın. Ya da bakın fark etmez. Türk Dili ve Edebiyatı dersinde size böyle ünlemler veya böyle deyimler öğretmemiş olabilirler. Bana da öğretmediler. Ama gerçekte var böyle şeyler. Zaten hiçbir zaman gerçeği öğretmediler.

Not:
Şarkıyla ilgili yorumlar, şarkının orijinal ve Türkçe sözleri için: https://eksisozluk.com/telegraph-road--118345
Şarkı için: aşağısı

Aynı Yoldaydık, Ayrı Daldaydık

Down by Law'a selam olsun
Uzunca bir düşünce sürecinin sonunda koyulduğum yolda geri dönüşün olmadığını biliyordum. Kontağı çalıştıracaktım ve her şey yeniden başlayacaktı. Epeydir bu zamanı bekliyordum. Dikiz aynasına baktığımda gördüklerimi bir daha asla göremeyecektim. Bu durum beni korkutmuyordu. Beni daha çok düşündüren şey 100 kilometre sonra ikiye ayrılan yoldu. Birini seçmem gerekecekti. Ne yapacağıma dair en ufak bir fikrim yoktu. Sağa gidersem bir daha hiç duyamayacaktım. Sola gidersem bir daha asla konuşamayacaktım. Verilmesi gereken zor bir karardı. Kalbimin sesini dinlemeliyim diye düşündüm. Sonra vazgeçtim. Karar vermek için aklın kullanılması gerekir dedim kendi kendime. Sonra yine vazgeçtim. Amaçlar ve araçlar birbirine karışmıştı. Hayatımın her anında böyleydim. Hiçbir şeyi işlevselliği ile kullanamıyordum. Yeni aldığım kitaplardan sehpa yapardım. En sevdiğim kalemle musluk gideri açtım genelde. Elime geçen ve daha sonrasında kaybolan çakmaklarımla kişilerin kafasını yardım. Cebimden ayırmadığım çakımla bira kapağı kaldırırdım arada. Yastık her zaman bacak aramdaydı benim. Terlikleri sadece sivrisinek öldürmek için kullandım. Favori sandalyem en ideal kirli sepetimdi. Tişörtümle yerleri sildim ne zaman pislense. Birkaç yıl önce zorda kalırsam kafama sıkarım diye tüfek aldım, fakat salonumun duvarına daha çok yakışmıştı doğrusu. Arabamı çoğunlukla bir garsoniyer olarak görüyordum. Rastladığım güzel kızlara hep gözlerimle konuştum, çünkü dilim sadece alışkın olduğu tatlar için uykusundan kalktı ağzımda. Söylenenleri götümle anlamak gibi bir huyum vardı. Ellerimi dokunmak, hissetmek için değil, kırıp dökmek için kullanmayı tercih ederdim. Ayaklarım gol atmaktan başka hiçbir işe yaramadılar. Uzun kollarım vardı ama hiç sarılmayı denemedim, sırtımın kaşınan yerleri için daha uygunlardı sanki.

Merdivenlerden aşağı indim ve arabaya atladım. Günler öncesinden yolculuk için uygun bir şarkı listesi yapmıştım. Çok geçmeden teybi çalıştırdım. Camı, sigaramın külünü dökebileceğim şekilde aralandırdım. Hazırdım. Son kez etrafıma baktım. Ardından tereddütsüz bir şekilde gaza bastım. Bu refleksim, beynim tarafımdan kararlı olduğumun vücuduma bir gönderimiydi. İlk 50 kilometre ne olduğunu pek anlamadan geçti. Fakat ilerliyordum. İlerledikçe seçim yapmam gereken sapağa yaklaşıyordum. Hala daha net bir karar vermiş değildim. Çorak bir arazide ortalama bir hızla seyrediyordum. Az ötede sırt çantalı bir çocuk gördüm. Elini yukarı kaldırmış, otostop çeker bir vaziyette yol kenarında dikiliyordu. Almam gerekir mi diye düşündüm. Ter içinde olduğunu görünce yanaşıp, nereye gideceğini sordum. Siz nereye gideceksiniz bayım dedi. Henüz bilmediğimi, fakat 40 kilometre sonra ayrılan yolda ya sağa, ya da sola sapacağımı söyledim. 40 kilometre ilerlemek benim için yeter de artar bile deyip arabaya bindi. Sessizliğimi hiç bozmadı. Soluklanıp, çalan müziğe kendini verdi. Bir süre sonra çocuğun arabadaki varlığını unutup kendi kendime konuşmaya başlamıştım. Onunla konuştuğumu farz etmiş olmalı ki, bir iki kez karşılık verdi. Çocuğun sesini duyunca bir anda şimdiki zamana geri döndüm. "Siyasetten ne kadar da nefret etmişsiniz böyle, bayım" dedi.

"Bana bayım demene gerek yok, ben senin şu an için yol arkadaşınım."
"Öyle tabii. Siyaset diyordum, sizi epey bir germiş olmalı. İki saattir birçok kişiye saydırdınız."
"Hiç farkında değildim, kusura bakma. Bir an kendimden geçmiş olmalıyım."
"Hiç sorun değil bayım. Pardon, yol arkadaşım."

Kısa süreli konuşma bana iyi gelmişti. Tek başıma konuşmaktansa, yanımda arada tepki veren biri belki de sadece tesadüften ibaret değildi. Seçmem gereken yol için, sesli düşünmeye ihtiyacım vardı belki de. Tüm bunları kafamdan geçirdiğim sırada, bir kez daha konuşmak için çabada bulundu.

"Tam olarak nereye gidiyorsunuz?" dedi.
"Tam olarak bilmiyorum."
"Nasıl yani, nereye gittiğinizi bilmiyor musunuz, yoksa nereye gideceğinize henüz karar vermediniz mi?"
"Bilmiyorum. Karar da vermedim. Fakat bir taraf benim bir daha hiç duymamak, bir tarafsa bir daha hiç konuşmamak anlamına geliyor. Sen olsa hangisini seçerdin?"
"Anlamadım."

En iyi konuşmalarımı genelde en sevdiğim şarkılar çalarken yapardım. Arkama iyice yaslandım. Güneş, gözlerimi almaya başlamıştı. Gözlüğümü taktım. Bir sigara yakıp sol elime sıkıştırdım. Teybe uzanıp Dire Straits'ten Telegraph Road'u açtım. Çocuğa uzun bir cevap vermeye hazırlanıyordum. Beni anlayacağından emin değildim. Derdim de bu değildi. Konuşurken bir çözüm bulabileceğimi umuyordum. İçimi boşaltıp, kendime karşı dürüst olabilirdim bu şekilde. Kafamı az sağa çevirip, "Solculardan hep nefret ettim." dedim.

"Okuduğu kitaplara, yaşamlarına, yaptıklarına hak ettiğinden fazla değer biçtikleri için onları sevemedim. Çünkü onlar, yaptıkları her şeyi kutsallaştırırlar. Seni, izlediği bir filmi kaçırmakla, dinlediği bir konsere gitmemekle eleştirirler. Seni sığ olmakla suçlayıp zor duruma sokmak için fırsat ararlar. Dikkat et, bu solcular her ortamda az para ödemek isterler. Paraları azdır, paylaşımı savunurlar, ama tam tersini yaparlar. Hesap gelince çişe giderler. O bizim yoldaşımız, bizden de bu kadar almaz derler. Yine de, o sıra çişe giderler. Güzel bir kız görünce, bu hayata daha hakim olduklarını, kendilerinin hakkı olduğunu düşünürler. Hep bir ispat çabası içindedirler. Sorgularlar, bir çözüm ararlar, insanlığın kurtuluşunu hesaplarlar ama, hep kendi yararlarına olanı yaparlar. Ağızlarının çok laf yaptığını sanırlar, bu sayede ortamdan sıkılınca uzarlar. Kendilerini hep haklı görürler. En önemli özellikleri ise asla dinlemezler. Karşıdakini hemen kalıba sokarlar. Ne söylersen söyle, boşadır. Onların yaptığı çıkarım, onların hayat görüşü, felsefeleri hep en doğrudur. Değişimden korkarlar. Hapsoldukları kalede güvende hissederler. Konuşturmazlar. Hiçbir zaman konuşturmazlar. Hep ben konuşayım isterler."

"Peki ya sağcılar?"dedi çocuk.

"Hayatım boyunca sağcılardan da hep nefret ettim. Gördüğüm en cahil, en kapalı, en köktenci, en muhafazakar insanlar onlar. Bir kez bile kontrol edemediğimiz ülkeyi, bayrağı, dili, dini, geçmişi savunurlar. Aksini söyleyeni, gözünü kırpmadan vururlar. Vicdansızlardır. Çok düşünmezler, çünkü bu daha önce yapmaya alışık oldukları bir eylem değildir. Düşünenden korkarlar. Hayatları boyunca hep kolayı elde ettiklerinden uğraşımı ve emeği hiçe sayarlar. Kendilerinin yerine en yakınları gelsin isterler. Dünyanın en büyük yanlışı, onlardan biri yaptığından dünyanın en büyük doğrusu olur çoğu zaman. Kalabalıktan güç alırlar. Silah taşırlar. Sembollerini ezdirmezler. Darbecidirler. Kontrol manyağıdırlar. Saçma sapan argümanlara sahiptirler. İstedikleri olsun isterler. Geçinilmesi zor tiplerdir. Seni yıldırırlar. Onlara katlanabilmek için seni, kulaklarını tıkamaya iterler. Bağırarak haklı olacaklarını sanırlar. Sağır edene kadar bağırırlar."

Sözlerim bittiğinde nefes nefese kalmış bir şekilde sadece yola bakıyordum. Yanımdaki çocuk ise gözlerini bana dikmişti. Bir dal sigara istedi. Çalan şarkıyı başa aldı. Rahatlamış gözüküyordu. Kendi arabasındaymış gibi davranmaya başlamıştı. Söylediklerimden yola çıkarak benle bir kader birliği yapmış olabilirdi. Söylediklerimden yola çıkarak bu adam sigarasız çekilmez demiş de olabilirdi. Derin bir fırt çekti. Ellerini arabanın ön konsoluna doğru koydu. "Siyaset..." dedi.

"Bu ülkede siyaset bir insanın elleri gibidir. Ya sağdır, ya da sol. Ortası yoktur. Bazen alternatif dersin, bazen başka bir yol, ama kabul etmezler. Solcu değilsen sağcısındır, sağcı değilsen solcu. Tarafsındır, ya da bertaraf. Seçeneğiniz yok gibi duruyor. Buna rağmen, yine de bir yönü seçecek durumunda olmanız büyük ironi gerçekten de, bayım."

Bana üstüne basa basa bayım demesine takılmıştım doğrusu. Ama söyledikleri, yıllardır düşünüyor olmama rağmen ilk defa duyuyormuşçasına mantıklı gelmişti. Konuşmamızın ardından uzun bir sessizlik oldu arabada. Yol olmaya devam ediyordum ve nereye sapacağım umurumda değildi artık. Çünkü ben ne kulağımla duyuyordum, ne de ağzımla konuşuyordum. O an fark ettim ki, üzerinde ilerlediğim yolu da bir yere varmak için değil, kaçmak için kullanıyordum. İşlevsellikleri, araçları, amaçları birbirine katmakta üstüme yoktu. Ben, nereye saparsam sapayım yine aynı bendim. 

Yolluk


Yıllar ve yollar sonra dönmüş olduğu şehre yeniden alışmak zor olacaktı. Dile kolay, 13 yıldır gezgin gibi yaşıyordu. Kendisine "Ne iş yapıyorsun?" diye sorsanız net bir cevap alamazdınız. Mezun olduğu bölümden ötürü bankada işe girmişti ilk olarak. 3 ay boyunca tanımadığı insanlara kredi vermeye çalıştı, baktı bu işten keyif almıyor, ticarete geçti. İnternetten bir süre kıyafet alım satımı yaptı, tatmin olmadı dükkan açtı; işler yürümedi, battı. Şehir değiştirdi, küçük bir yerde pastane açtı; ama ufak yerde kimsenin pasta ihtiyacı yoktu ki. Daha doğrusu öyle bir lüksün anlamı yoktu, neyi kutlardı ki halk? Baktı olmuyor, kendine yurtdışı planı yaptı. Ailesi ona bakacak kadar zengindi ve ondan bir şey beklemiyorlardı. Mutlu olduğu şey ne ise, onu yapmasını istiyorlardı. Allah var, çocuk da hiçbir zaman zengin piçi olmamıştı. Saçma lüks düşkünlüğü veya gereksiz harcamalardan öte; herhangi bir malın kalitelisini bile aramazdı. Moskova’ya gidip bardakta mısır sattı bir süre, anlamsız geldi. İkinci el pazarına girip, kıyafet alım satımı yaptı, canı sıkıldı. Barın biriyle anlaştı müzik yapmak için, tükettiği alkol parası kazandığını geçince, gündüzleri garsonluk yapmaya başladı. Fakat bu yorucu yaşama çok dayanamadı, bıraktı hepsini. Teyzesinin yanına, Almanya'ya gitti. Eniştesi, aile şirketinde iş verdi ona. Almancası yoktu, gerçi işe gitmesine gerek de yoktu. En büyük şansı -belki de şanssızlığı- buydu, kimse ondan bir şey beklemiyordu, karşılık istemiyordu. Bütün yakınları, onun kendisine iyi bir gelecek çizmesini isterdi elbet; ama o öyle bir çizgi çizmişti ki, kimse onunla bu tür diyaloglara giremiyordu. Hoş, hayatını bir şekilde idame ettiriyor olduğunu görmek de onları bu konuşmadan uzak tutuyordu. Ekstra idealist bir tip değildi, paranın anlamsızlığını savunur konuşmaları yoktu; gezgin hayatını, yaşamak istediği için de seçmemişti, yapmış olduğu hiçbir şeyi "Benim karakterim bu!" mantığında savunmayan, aslında fazlasıyla sıradan bir insandı. Toplum onu marjinal görürdü, o anlam veremez, susardı. Zaten çok konuşan biri de değildi. 13 yıldır uzak olduğu yerde değişen insan pek yoktu aslında. Arkadaşları, ailesi ve hatta esnaf bile aynı yerdeydi, sadece pozisyonları değişmişti. Babası, şehrin sayılı müteahhitlerindendi, annesi de üst düzey bir firmada yönetici. Bakkal Mahmut, artık market sahibiydi. Berber Özcan, Özcan Coiffeur and Beauty Center'ın sahibiydi. Arkadaşlarının birkaçı şehir değiştirmişti ama çoğunluğu yine buradaydı, e tabii pozisyonları da değişmişti. Üniversitede eşofmanlarıyla bıraktığı en yakın arkadaşı Serhat, şu an şehrin en iyi hastanesinde kalp cerrahıydı. Diğerleri de kendi iş alanlarında, bulundukları bölgede isim yapmışlardı. Ülkeye döndüğü ilk günün akşamı, dönüşü şerefine yemek verdi ailesi. Babası zaten demlenmişti hafiften, sofrada rakıdan ilk yudumunu aldı ve sordu: "Murat, anlat bakalım, neler yaptın?" Üstünkörü cevap verdi, çok detaya inmedi, baktığında babasının da çok dinleyesi yoktu. Bu yüzden babası lafa girdi hemen, ülkedeki siyasetçilere küfretti önce, sonra ekonomiden bahsetti, " Doların sonu iyi değil, kriz kapıda; ama merak etme kriz bize yarar, çok yatırım yaptım. Parayla uğraşa uğraşa yönetmeyi öğrendim, çok yol katettim." dedi. Kafa sallamakla yetindi, merak etmiyordu. Annesi girdi araya, "Aman rahat bırak çocuğu, anlat bakayım oğlum, teyzenler nasıl, Almanya'yı beğendin mi?" Lokmasını bitirip, "İyiler, Almanya da güzel." dedi. Annesi, cümlenin bittiği anda sazı aldı tekrar, gittiği spor salonunu anlattı, pilatesin faydalarından bahsetti; daha sonra holdinge kazandırdığı ivmeyi anlattı, "Çok doğru adımlar attım, şirkete çok kazandırdım, benden vazgeçemeyecek konumdalar artık, benim de geçebileceğim daha iyi bir pozisyon yok, burada devam ederim, bu kadar yükselmişim, riske girmeye değmez ki." dedi. "Sevindim." dedi çocuk. Dönüşü şerefine verilen yemek, ailesinin olanı biteni anlatmasından ve televizyonda siyaset programı izlemekten ibaretti. Arkadaşları aradı görüşmek için, kabul edip çıktı evden. Gittiği barda 13 sene önce çalışan çocuk, oranın işletmecisi olmuştu. Hatırladılar birbirlerini, çocuk hemen bir bira ısmarladı, hal hatır sordu, "Yurtdışı nasıl abi?" dedi. "İyi, fena değil." diye yanıtladı. "Fena değil olur mu abi ya, imkanım olsa bir saniye durmam burada, bizim arkadaş gitti, barmenlik yapıyor Hollanda'da, eline geçen para ayda 9 bin lirayı buluyormuş, benim burada imanımı sikiyorlar, üç kuruşa talim yaşıyorum, neyse abi çok yoğun burası, ben yine uğrarım." dedi, gitti. Tepki vermedi hiç, birasını içmeye devam etti. Arkadaşları geldi, masada 5 kişilerdi, Geçen 13 yıl samimiyetten çok bir şey götürmemişti. Birkaç laga lugadan sonra, dertleşmeye başladılar, ya da o öyle zannetti.

-Anlat hadi lan, kaç yıldır görmüyoruz, bahset bize biraz oralardan.
+Valla, anlatacak şey çok aslında, ilk Moskova'dan başlayayım.

Dediği anda biri lafa girdi:

-Oğlum oradaki karılar çok iyi ya, kapağı bir atsam geri dönmem, paso pomfiz. Ben mesela burada bin tane manita yaptım, oraya gitsem 10 bin tane yaparım, her birini de onluk sayarım, o kadar güzeller.

Der demez başka biri susturdu:

 -Lan bir dur, adam anlatıyor, ee aga ne iş yaptın orada?
+Baktığında epey şey yaptım, mısır sattım, ikinci el pazarında al sata girdim, müzik yaptım.
-Abi orada müzik olayı çok iyi, insanlar anlıyor müzikten, burası gibi değil, burada hep cıstak cıstak. Ben de burada bir gruba vokal olarak girdim de, insanlar anlamıyor oğlum müzikten, saçma sapan istekler yapıyorlar.

Öbürü böldü lafı:

 -Lan sanki burada çok dinliyorsun iyi müziği, her hafta cıstak barlardasın, hem rakıyı neyle iççen lan, yabancı müzikle mi?

Zehri salmıştı ortaya, müzik tartışması başlamıştı. Doktor Serhat fark etti olayı:

-Nasılsın, keyfin yerinde mi, mutlu musun döndüğüne?
+Daha yeni geldim, biraz zaman geçsin anlarız.

Güldü doktor, üstelemedi, daha doğrusu üsteleyesi gelmedi, kendinden çok bahsedesi vardı, diğer herkes gibi.

-Çok yol katettim Murat.Tırnaklarımla kazıyarak bu yolları aştım. Gençliğimi heba ettim, sen aylak aylak takılırken ben dirsek çürüttüm burada. 10 yıl eğitim aldım, dile kolay. Ee, karşılığı olmak zorunda, oluyor da. İkinci evimi aldım, altımda son model araba var, nereden baksan ayda 30 bin cebime giriyor. Ama her kuruşunu hak ettim.
Sadece baktı Murat, diyemedi bir şey. Bunların anlamı olup olmadığını sorgulayacak altyapısı vardı da; sorgulamanın bir kere ne anlamı vardı? 13 yıl önce eşofmanlarıyla takılan, tavuk döner yeyip mutlu olan herifin, şu an sahip olduklarını anlatmaktan mutlu olmasının sebebini sorgulamanın hiçbir anlamı yoktu.

“Güle güle harca, umarım daha çok kazanırsın.” dedi.

Geçen 13 yılda elbet o da çok değişmişti; fakat tanıdığı tüm insanların kendi hayatlarını üstün görme ve başarılarını gösterme çabalarına şaşmıştı. Herkes, en başından beri nasıl bir yol çizdiğini, nasıl o yolda ilerlediğini, nasıl o yolu başarıyla tamamladığını ve hatta o yolun ne kadar doğru olduğunu ispatlama yarışındaydı. Karşısındakini asla dinlemeyen, ucundan dinlese dahi yanlış bulan; ama her daim doğru yolu bilen insan güruhuyla birlikte yaşamak zorundaydı artık.

Serhat karşısında sürekli konuşuyor, sürekli kendisinden bahsediyordu. En son takıldığı manitanın ilik gibi olduğunu ve onu nasıl şutladığını anlatıyordu. Boş gözlerle bakıp, ara sıra kafasını sallıyordu Murat. Bazen de masadaki diğer elemanların “Ooooo kardeşimiz geldi, vurun bardakları.” bağırışlarına tebessüm edip, kadeh kaldırıyordu. Tahmini 3 saat sonunda Serhat kendini anlatmayı bırakmıştı, aslında o esnada kendisiyle ilgili anlatabileceği başka bir konu aklına gelmiyordu. Kafalar da kıyak olunca hafiften, hatırlamakta güçlük çekiyordu. Durdu, baktı, “Lan sen yaşadın ha gençliği, ben sürekli okudum, en güzelini sen yaptın valla. Her yeri gezdin, kim bilir ne ortamlara girdin, kim bilir ne yerler gezdin, kim bilir ne karılarla takıldın… Elimde olsa, geçmişe dönüp, ben de o şekilde yaşamak isterdim.” dedi. Murat, “Daha hiçbirini anlatmadım ki, nereden biliyorsun öyle bir hayat yaşadığımı?” demek istedi, diyemedi. “Az önce kendi hayatının mükemmelliğinden bahsediyordun. Emeklerinle bu günlere geldiğini, içinde bulunduğun lüksün her damlasını hak ettiğini söylüyor, beni de aylak aylak takılmakla suçluyordun. Nesi çekici geldi ki bunun?” demek istedi, diyemedi. Güldü yine. Son kadehler içilmiş, ertesi gün iş olduğu için insanlar eve gidip uyumak zorundaydı. Murat biraz daha takılacağını söyledi, arkadaşları “Budur ya, özgürlük abi!” dediler. Güldü… Masadan kalktı, bar tezgahının yanındaki tabureye geçti, etrafına baktı. Masalarda, kendi yolunun doğruluğunu karşısındakine daha tam olarak anlatamamış insanlara baktı, aceleleri var gibiydi, malum yarın iş var. Barın arkasında duran barmene döndü:


“ Birader, yolluk versene bir tane, doğru olanından.” 

2 Nisan 2015 Perşembe

2013 Baharları


2013 Mayısı’nda, yani baharında, saatlerin çoktan ileri alındığı, birçoğu için yatma vakti gelmesine rağmen havanın henüz kararmadığı dönemde, mesele önce “sadece birkaç ağaçtı” belki. Ağaçları kafaya takanlar da haklıydı, bir karar vardı, uyulmak durumundaydı. Ama devlet, bağlı olduğu Anayasaya yeteri kadar bağlı olmadığından olsa gerek, hukuk devletini yok sayarak; polis zoruyla, copuyla, gazıyla, küfrüyle dağıtmaya çalıştı insanları, onlar için mesele birkaç ağaç değildi. Çünkü ağaç ve sair güzellikler zerre umurlarında değildi. Esas olan para ve iktidardı.

Seçilmiş (!) kişi, "Ne yaparsanız yapın. Orası için karar verdik. Yapacağız." şeklinde höykürdüğünde, polis devleti polis devletliğini iyice göstermişti.

31 Mayıs 2013 tarihinde Taksim bir başka kalabalıktı. O tarihten sonra bırakalım aynı kalabalıklığı; Taksim, Taksim olmaktan da çıkmıştı zaten. Önce İstiklal Caddesi’nde ağaçları, sonra Asmalımescit’te içki masaları kaldırılan tarihi/turistik semt asfaltlandı, Beyoğlu alelade bir yer oldu.

O gece Taksim’de herkes “sapına kadar şair” gibiydi Can Yücel’in bahsettiği; “yürüyelim arkadaşlar yürüyelim, özgürlüğe mutluluğa doğru, her işin başında sevgi” idi sanki[1]… Hayatta bir araya gelmeyecek siyasi düşüncedeki kişiler (belki bu sadece tribünlerde mümkündü, ama tribünlerin de içine s.çıldı), bu eylemlerde bir aradaydı.

Yürüyüşler, sloganlar iyiydi de, Gezi Parkı’na yaklaşıldığında havadaki gaz kokusu gittikçe artıyordu.
Sloganlar devam etti, köprüler geçildi. Milyonlar sokaklardaydı. Şanslı olanlar, sadece biber gazı yiyenlerdi…

Yıllardır görülmeyen bu şölen televizyonlarda gösterilmedi. Güney Kutbu'nda yaşayan, sırtı kara, göğsü ak, iyi yüzen, deniz hayvanlarıyla beslenen, uçamayan, kısa kanatlı deniz kuşları daha ilgi çekiciydi.

Eylemler iyice arttığında seçilmiş kişi Kuzey Afrika’daydı. Paniklemiş olacak, gereksiz ve salakça bir şekilde havaalanına doldurdu paraseverleri. Paraseverler beleş otobüs, metro seferleriyle gittiler karşılamaya. Seçilmiş, tehditler savurdu ağzından salyalar çıkararak. Taksim’dekilere seslendi, “salarım milletimi(!) üstünüze” dedi. “Millet” kelimesinin bu kadar saptırıldığı bir dönem de olmamıştı. Önceden kendi yandaşlarını tasvir ederken kullandığı millet, bir de “köpek” muamelesi gördü. O “millet”, hücum için emir bekledi, “yol ver gidelim, Taksim’i ezelim.” dediler. “Yol ver” isteğinden kasıt herhalde “akbil ver” veya “sefer düzenle” gibi bir şeydi. İcazet isteniyordu yani seçilmişten. Halbuki Gezi’de kimse izin almadı, beleşe gitmedi meydanlara; aksine seferler durduruldu, yollar kapandı, polis amcalar ve “emri verenler” izin vermedi. Buna rağmen milyonlar sokaktaydı. Arada böyle bir fark vardı.

“Millet” ile “Geziciler” arasında meydanlarda, metrolarda, statlarda, bakkallarda kavgalar başladı.
Bizimki bir şekilde rahatlayıp kendini sağlama alınca, başladı dış mihrak, faiz lobisi filan…

-----------

Ondan yaklaşık yarım yıl sonraydı. Sonbahar henüz bitmemişti. Aralık ayının bir salı sabahı yıkıldı ortalık. “Alınanlar” arasında seçilmişin yol arkadaşları da vardı. Ucunun seçilmişin hükümetine de gittiği bir dosya vardı, canı yananlardan birkaçının itirafları da cabasıydı… Seçilmiş, bir süre sustu konuşmadı. Sadece “önlem” almaya çalışıyordu. Zaten o durumda başka şey düşünemezdi. Bir ara düşündü, planlar kurdu. İlk plan; ülkeyi terk etmekti, kaçmaktı yani. Bunu ciddi ciddi düşündü. Sonra “Tosun Paşa” filmindeki Lütfü oldu bir anda, “Biz buradan kaçacağımıza, Şaban’ı niye kaçırmıyoruz”a döndü iş. “Eğer benim başıma kanunlar, polisler, savcılar, hakimler, mahkemeler iş açıyorsa; kanunları, polisleri, savcıları, hakimleri, mahkemeleri değiştiririm, olur biter” dedi. Kanunlar değişti, savcılar değişti, hakimler değişti, mahkemeler değişti…

Bizimki bir şekilde rahatlayıp kendini sağlama alınca, başladı paralel, kumpas, darbe, Pensilvanya filan…
Ayrıca, “darbe” kelimesinin bu kadar saptırıldığı bir dönem de olmamıştı.

Bir kelimenin anlamını öğrenmek için başvurduğumuz ilk yer olan Türk Dil Kurumu, daha önce “bir ülkede zor kullanarak yönetimi devirme işi” olarak tanımladığı darbeyi, bu olaylardan sonra “bir ülkede baskı kurarak, zor kullanarak veya demokratik yollardan yararlanarak hükümeti istifa ettirme veya rejimi değiştirecek biçimde yönetimi devirme işi” olarak yeniden tanımladı. Adaletin yılmaz savunucuları savcılardan biri de, Türk Ceza Kanunu değil, Türk Dil Kurumu’nu baz almış olacak ki, Çarşı’ya darbeye teşebbüsten dava açtı. Ağırlaştırılmış müebbetle yargılanıp da tutuklanmayan darbecilerdi onlar. Terazi tezektendi.


2014 yılına yaklaşıldığında insanlar seslerini iyice çıkarmaya başladı. Bu durum tribünlere de yansıdı. Önceden “Her Yer Taksim, Her Yer Direniş” şeklinde atılan slogan, “Her Yer Rüşvet, Her Yer Yolsuzluk” olmuştu. Bunlara bir de “hırsız” sloganları eklendi. Televizyonların sesleri kısıldı, yorumcular “ama spora siyaset bulaştırmamak lazım” diyerek insanları telkin etmeye çalıştı. Sanki spor siyasete sadece bu sloganlar sonucu bulaşmış gibi…

------------

 “Kardeşlerim, biz kefenimizi giydik de geldik”, “kefenimizle yola çıktık” sözleri yinelendi. Nedir kefen? Neyi simgeler? Ölümü herhalde. “Biz davamız uğruna ölürüz” yani. “Hiçbir şey bizi yıldıramaz, caydıramaz”. Ama hakkımızda soruşturma açılırsa tüm sistemi değiştirecek gücümüz de var. Kefenin cepleri sağlam tabii.

“İç Güvenlik Paketi” olarak adlandırılan tasarı ne mesela? Güvenliği sağlama maksatlı mı, yoksa o seçilmiş kişinin güvenliği ve huzuru için, o huzur kaçıranların susturulma paketi mi? Nedir yani paketin amacı?

Neden Gezi Parkı televizyonlarda gösterilmedi?

Neden eylemler yapılmasın diye otobüs seferleri durduruldu; ama havaalanına ek seferler koyuldu? Eyleme katılanlar palalandı?

Neden kanunlar, mahkemeler, dolayısıyla sistem değişti?

Neden tribünlerde çığlık çığlığa söylenen sloganların sesleri kısıldı?

Neden hakaret gibi, hapis cezası ile sonuçlanmama ihtimali yüksek suçlarda kişiler tutuklanıyor?

Neden mitinglerden önce “sorun çıkarabilecek” kişiler önceden tespit edilip “biz bi’ alalım şunu” gözaltılarına tabi tutuluyor? Neden gavatlar kavas oluyor?

Neden ısrarla yalanların üzerine gidiliyor?

Neden “aldatıldık” ifadeleri bu kadar kolay çıkıyor ağızlardan?

Neden Gezi Parkı olayları için “ilk birkaç gün masumdu, ama sonra değildi”, “oyun olduğunu sonra anladık” diyor bir kısım çıkarcı meşhurlar?

Tüm bu gelişmelerin; salarım üstünüzelerin, yüzde elliyi zor tutuyorumların, paralellerin meridyenlerin, penguenlerin, köpeklerin tek bir nedeni var. Yukarıdaki soruların da tek cevabı var.

Cevap, bu hafta Bora Fiko CB’nin anlattıkları…

Not: “Durduramayacaklar halkın coşkun akan selini”. Ben demiyorum, Bertolt Amcam diyor.



[1] Can Yücel, Buluşmak Üzere.


Korkanın Çocuğu Olmaz!


En çok ne(y)den korkarız? Bizden daha güçlü olan, engel olamayacağımızı ya da alt edemeyeceğimizi düşündüğümüz şeylerden mi? Yani bizi korkutan şey, karşımızdaki şeyin elinde bulundurduğu ve bizde olmayan güç mü? Yoksa, bunların bizden alabileceğini düşündüğümüz şeyleri kaybetmekten mi korkuyoruz?

İnsan denen varlık açısından korkmak, ilk akla gelen ve zannedilenin aksine zayıflık halinin değil, bencilliğin ve o aşağılık sahip olma anlayışının bir sonucu bana göre. Hatta daha da ileriye taşıyorum, kapitalizmin bir sonucudur korkmak. Ve hatta komünizmin. “Nasıl yani?” dediğinizi duyar gibiyim. Şaka şaka, duymuyorum... Hem ne o öyle, saçma sapan tanıtım programlarında dikkat çekmek için kullanılan samimiyetsiz söz kalıpları...

Şimdi kardeş, dünya üzerindeki hiçbir şey sana ait değil. Bunu bi’ kabullen önce. Bak, kardeş diyorum, gerginim. Nesneler ya da insanlar üzerinde birçok şekilde hakimiyet kurabilirsin. Onları istediğin şekilde idare edip istediğin gibi kullanabilirsin. Ancak sana ait olduklarını düşündüğün an, ki düşüncen bile sana ait değil emin ol, zaten kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalacaksın. Hatta şimdiden söyleyeyim, kaybedeceksin.

Bu noktada, konuyu daha iyi anlatabilmek için konuya hafif ara verir gibi yapıp birkaç hukuki kavrama değineceğim. Eşya hukuku diye bir hukuk alanı var. Arapça kökenli bir kelime olan eşya, şey kelimesinin çoğul anlamını ifade ediyor. Eşya hukukunun konusunu ise, taşınır ve taşınmaz diye adlandırılan şeyler oluşturuyor. Bu hukuk alanında en üst noktada mülkiyet kavramı yer alıyor. Nedir mülkiyet? Malik olma, sahip olma. Hukuki olarak ise; kullanma, yararlanma ve dilediği gibi tasarrufta bulunma hakkı tanıyan bir kavram. Mülkiyet ve buna bağlanmış olan mülkiyet hakkı ise, öylesine kutsanmış, öylesine korunması gereken bir kurum olarak karşımıza çıkıyor ki, sormayın. Adamın canını al, mülkiyet hakkına dokunma. Bu arada son cümle ile miras hukukunu özetlemiş olabilirim. Şöyle o da… Kişi ölüyor mesela. Öldüğü an, hakikaten öldüğü an, kişinin bütün malvarlığı mirasçılarına geçiyor. Cenaze ortada kalmış, kişinin ruhu şad olmuş falan umrunda değil. Miras hukukunun tek derdi, mal ortada kalmasın. Hemen birinin mülkiyetine aktaralım. Mülkiyet önemli çünkü. En üstte mülkiyet var. Mülkiyet Allah. Tövbe tövbe... Bir de zilyetlik var. Bak onu severim. Fiili hakimiyet ve elinde bulundurma hallerini ifade eden bir kavram. Evet, bi’ 10 dakika ara verelim. Çay-kahve falan. Sonra devam ederiz derse.

İnsanın ne denli bencil bir varlık olduğunu, lise hazırlıkta yaşadığım 5-10 saniyelik sıradan bir olaydan sonra tamamen içselleştirmiştim. Okul, şehir merkezine nispeten uzak olduğundan, servisle gidip geliyorduk. Bir akşam, servis kırmızı ışıkta dururken, ben de camdan yandaki araca bakıyordum öyle amaçsızca. Her taraf kar, hava buz gibiydi. Yanda duran arabada ön koltukta oturan bir bebek ve direksiyonda annesi olduğunu düşündüğüm bir kadın vardı. Bebek en fazla 2 yaşındaydı. Kadının arabanın içinde sigara içiyor olmasına inanamıştım. Hadi diyelim göremediğim taraftaki cam hafif açık, sigara dumanı arabadan çıkıyor; bu kez de, o soğukta sırf sigara içmek için camı açmasına inanamıştım. Genel olarak inanamıştım yani. “Bunu yapan anne lan!” demiştim. Hani en büyük insani sevgiyi taşıyan varlık. İnsanın, anne de olsa, benmerkezci olma özelliği ile ilgili zaten öncesinde var olan düşünceler, o olayla perçinlenmişti. O zamanlar kendi kendime yazdığım, başta günlük gibi başlayan ama zaman geçtikçe gün, hafta, ay ve diğer zaman birimlerinden bağımsız olarak yazmaya devam ettiğim “Şeylik” adlı bir defterim vardı. Eve gidip anne sevgisindeki bencillikle ilgili şeyler yazmıştım. Hala da aynı şeyi düşünüyorum kendimce.

Bir anne, hayatın herhangi bir alanında başarı gösteren çocuğunun başarılı olmasından ziyade; kendi doğurduğu, yetiştirdiği çocuğun başarı göstermesine seviniyordur. Annenin dahi en saf mutluluğunda, “benim çocuğum” hissi ve “sahip olma” anlayışı ön planda yer alıyordur. Yani bencillik. Tam bu noktada benim söylemek istediğim şey şu… (Aatıf Chahechouhe?) Bana kalırsa, o başarı çocuğa da ait değil. Fiko’yla çok konuştuk bunları. Çok klasikleşen “Güzellik mi zeka mı?” konusundan yola çıkıp taa nerelere vardık. Zeki ama güzel olmayan kızlar, güzel ama kafası çalışmayan kızları aşağılarlar ya hani. Aynı şey erkekler için de geçerli. Kültürlü ama gideri olmayan erkekler ile yakışıklı ama mal olan erkekler falan... Gerçi erkek konusuna girmeye gerek duymuyorum. Parası olan erkek diye bir kategori var. Alayını siler. Piyasadan. Ki Fiko’yla erkekleri de konuşmadık. Burada yazmaya da gerek yok o yüzden. Neyse. Sırf fiziki güzellik ile kendilerine yer edinen kişileri aşağılayarak; zekanın güzellikten, salt zeki insanların salt güzel/yakışıklı insanlardan daha değerli olduklarına dair genel bir kabul vardır. Sanki güzellik genetik olarak geliyor da, zeka öyle gelmiyormuş gibi... Zeka da senin değil yani, onu diyorum. Kimbilir bilmemkaç göbek öncesinden bilmemkimin bir kromozomunu aldın da böyle oldun. Neyi sahipleniyorsun da üstüne bir de üstün olduğunu düşünüyorsun?!

Şimdi gelelim yeniden korkmak meselesine. Diyorum ki; bencillik ve sahip olma anlayışı öylesine işlemiş ki insanın içine, sahip olduklarını yitirmekten korkar insan. İşini kaybetmekten korkar, malını kaybetmekten korkar, parasını kaybetmekten korkar, standartlarını kaybetmekten korkar, oy kaybetmekten korkar, güç kaybetmekten korkar, hayatını kaybetmekten korkar, sevdiklerini kaybetmekten korkar, vatanını kaybetmekten korkar, korkar da korkar... Korktukça taviz verir. Ama taviz verirse de kaybeder. Kaybetmemek için başkasının korkmasını sağlar. Başkası da başkasını... Halbuki sahip olmanın bir kandırmacadan ibaret olduğunu, o bencillikten sıyrılıp aslolanın zilyetlik gibi sadece fiili hakimiyet ve elinde bulundurma olduğunu kabullenebilse hiçbir şeyden korkmayacak. Bugün sende, yarın başkasında o sahip olduğunu zannettiğin şey. Hem böyle olunca, bir şeye sahip olmayacağı için, kaybedecek bir şeyi de olmayacak. Düşünsenize, kimsenin bir şey kaybetmediği bir dünya... (İç ses: Yok öyle bi' dünya!)

Bence yine de bi' deneyin Korkmayın. Bi’ şey kaybetmezsiniz.

Not: Bir gün kitapçıda raflara bakınırken, rastgele bir kitabı elime aldım ve rastgele bir sayfayı açtım. İlk gördüğüm cümle beni çok etkiledi. Epey bi’ üzerinde düşündüm ve söze tamamen hak verdim. Bu haftaki yazı ile birlikte o cümle değerlendirilirse, dünyada neden bu kadar kötü şeyin yaşandığının nedeni de ortaya çıkar belki.

“Korkunun olduğu yerde sevgi olmaz.” / Jiddu Krishnamurti - Bunları Düşün

Korkuyu Paketlere Sığdırdım

Daha önce hiç sigara içmediğim için, o günü unutamıyorum. Dedemin paketinden bir dal alıp, ateşe vermiştim ucunu. İnsan ilkleri kolay kolay çıkaramıyor aklından. İlk öpücük, ilk gol, ilk arkadaş, ilk sevgili, ilk kitap, ilk film, ilk bisiklet, ilk kazık, ilk yumruk, ilk dayak... Hepsi iz bırakıyor ne kadar zaman geçse de, ne kadar unutmak istesek de. Kuzenim yanıma gelip söndür şu sigarayı, dedem görürse çok kötü olur demişti. Ne var bu kadar korkacak ya dedim. Kuzenim dedemden çok korkardı. Dedem babasından, babası karısından, karısı köpekten, köpek insandan, insan Allah'tan korkardı. Dedemin de iki gözü vardı, benim de. Dedem de iki kol, iki bacak sahibiydi, ben de. Neden bu kadar korkacaktım ki ondan, herkes birinden veya bir şeylerden korkuyor icabında diye düşünüyordum. Kötü bir şey yapıyor olabilirdim ama bunu yapmadan nasıl anlayabilirdim ki? Kuzeni bilerek yanımda tutuyordum. Zorla. Bir suç işliyorsam ve bunun cezasını çekeceksem, hiç olmazsa iki insan arasında paylaştırılıp, bana düşen yük azalır hesabındaydım. Herkes bir suç ortağı arardı hayatta. Elime güzel bir gofret geçtiğinde asla ona gel beraber yiyelim demezdim ama. Kötülük paylaşılırdı, güzellikse asla. Doğamız buydu, karşı gelmek anlamsızdı. İyi olmak için uğraşmazdım, çünkü iyi insan görmemiştim. Dedemden hiç korkmuyordum. Bana vurmaya kalkışırsa ben de ona vururdum. Çok geçmeden kapı açıldı ve dedem geldi. Elimdeki sigarayla gördü beni. Gelip bir tokat attı. İlk kez birinden tokat yiyordum. Neye uğradığımı şaşırdım. Bir tekmeyle karşılık vermek istedim ama bir tokat daha yedim. Ne kadar vurmak istersem aynı şiddette karşılık görüyordum. Kavganın cesaret işi olduğunu söyleyenler fena yanılıyordu. Birisi senden fiziken gözle görülür şekilde üstünse onu dövemezdin. Kural buydu. Dedemden fena dayak yemiştim. Ama bu sayede bir daha mahallede bir kez olsun dayak yemedim. Benden büyük kimseye artistlik yapmadım bir daha. Onları dövebileceğimi zannetmedim. Benden küçük olanları haşat ediyordum sadece. Kafalarına vurup bilyelerini alıyordum. Yine de dedem çok ayıp etmişti bana. Kuzenimi pas geçip sadece bana vurduğu yetiyormuş gibi, bir de kuzenimin yanında vurarak küçük düşürmüştü beni. Dedem, bu dayaktan sonra kendisinden korkacağımı sanıyordu, ama korkmadım. Sigaradan daha çok korkuyordum. Çünkü babam da sigara içerken yakaladığın da dövdü, abim de sigara içerken yakaladığında dövdü. Sigara, benim için dayak yemek demekti. Fakat büyüyecektim ben de, o zaman dedeme iki laf edecektim. Senden korkmuyorum moruk diyecektim, hiçbir zaman da korkmadım.

Epey bir dayak yediğimden olsa gerek eskisi gibi zinelik peşinde koşmuyor, kavga etmiyor, ders çalışıyor, kimsenin bilyesini çalmıyor ve söz dinliyordum. Kafama vurula vurula bir şeyler rayına girmişti sanki içeride. Olgunlaşmıştım. Kitaplar okuyordum, hikayeler yazıyordum. Özel okula gidiyordum ama ödediğimiz paranın hakkını veriyordum. Öğretmenleri sorumlarımla terletiyordum. Derslerimle uçuyordum. Parmakla gösterilen öğrenci olmuştum. Veli toplantılarında hep benim ismim konuşuluyordu. Tüm herkes çocuğunun benimle arkadaşlık etmesini istiyordu. Zenginlerin en büyük yanılgılarından biri de buydu. Akıllı insanlarla beraber olunca akıllı olacaklarını zannederlerdi. Çocuklarını bu doğrultuda yetiştirirlerdi. Yok arkadaşlarını çalışkanlar arasından seç, yok piyano çalan arkadaşa yapış, yok kötü yola düşenden uzak dur, yok aklını çelmelerine izin verme... Aklı ve zekayı bulaşıcı sanıyorlardı. Zaten para denilen bu meret, hep yanlış insanların elinde olmuştu tarih boyunca. Bir gün okuldan döndüm ve politikacı olacağım baba dedim, devrim yapacağım, değiştireceğim bu düzeni. Ergen aklı işte, kendine fazla inanıyorsun, fazla güveniyorsun. Devrimmiş, düzenmiş, bir şeyleri değiştirmekmiş. Bugüne kadar gördüğüm tek değişim, sermayenin el değişiminden başka bir şey değildi. Gümbür gümbür gelen ekonomik kriz nihayetinde gerçekleşmişti ve bu durum daha ben orta okuldayken babamın iflasına sebep oldu. İşler öyle kötü değildi ilk başta. İnşaat sektörü her zaman belirli oranda para kazandırıyordu insana. Fakat babam, ticareti az bilen, iyi niyetli olarak sonra alırım diye düşündüğü hiçbir parayı alamadı ve borçlarını ödeyemedi. İlk dükkan gitti. Sonra araba, sonra ev, sonra okulum. Hepsi bir bir gitti elimizden. Bir kitaplarım vardı, bir de zamanında birazını üttüğüm, birazını gasp ettiğim bilyelerim. 48 yaşındaki babam, çareyi babasında aradı. Dedem çiftçiydi. Tutumlu adamdı. Hayattaki tek lüksü sigaraydı. Tütünü resmen yerdi. Parasını sürekli olarak biriktirir, ihtiyacı olan çocuklarına eşit ölçüde paylaştırırdı. Hakkaniyetli adamdı. Babam gibi ticaretle uğraşan hala ve amcalarım da kepenk indirmişti krizle beraber. Neredeyse tüm aile aç sefildi. Kuzenlerin pek umrunda değildi ama benim çok canım yanıyordu. Okulu, okumayı, sıramı, sınıfımı çok seviyordum. Çok alışmıştım her şeye. Ama tüm bu romantizm boşunaydı. Devlet okuluna kaydım çoktan tamamlanmıştı. Dedemle babam telefonla konuşuyordu bir gün. Paralel telefondan ahizeyi kaldırıp çaktırmadan dinledim onları. Orhan, bu çocuk okuyacak, ne yapıp edip bu çocuğu okutacağız demişti. İlk kez dedeme kanım ısınmıştı doğrusu. Beni çok sevdiğinden mi, derslerimin diğer sığır kuzenlerime göre çok  çok daha iyi olduğundan mı, yoksa küçükken attığı tokatların pişmanlığından mı bilmiyorum ama, dedem benim okumama kafayı takmıştı. Çok geçmeden Fransa'ya işçi alımı sırasında gideceğini duyurdu bizim hisli moruk. Eldeki avuçtaki, tüm sülaleye yetmiyordu. Daha çok kazanmak gerekti ve ailenin en büyüğü olarak elini taşını altına sokmak istemişti. Dedemin Fransa'da kazandığı paranın, Türkiye kurunda korkunç bir karşılığı vardı. Üç ayda bir babamı aradığında ver oğlanı da sesini duyayım derdi. Tüm ilişkimiz bundan ibaretti. O da, ben de katı adamlardık. Sevgisini belli eden tiplerden değildim. Bu konuda ona çekmiştim. Severdim söylemezdim, aşık olurdum sarılmazdım, delirirdim öpmezdim, kıskanırdım ama susardım. Lisedeki son senemdi ve hukuk okumak için delicesine çaba gösteriyordum. Politikacı olacaktım çünkü ve politikacılar iyi hukukçulardan çıkardı. Dünya yine fazlasıyla yanılıyordu. Hukukçuların politikadan anladığı yoktu. Siyasetin dahileri iktisatçılardı. Fakat iktisatçılar siyasete atılmayacak kadar akıllı adamlardı. ÖSS'den çok yüksek bir puan almıştım. Ankara Hukuk için yollar açıktı. Tercihlere kısa bir süre kala babam beni karşısına çekip birer kadeh rakı koydu. İçki, ciddi bir konunun habercisiydi. Biliyorum, bugüne kadar hiç bahsetmedim sana ama, eğer sen de istersen seni hukukun kalbine, Fransa'ya göndereceğim dedi. Zamanında Cadillac'tan inip traktöre binen bir ailenin bireyleri olarak fazla hayalci bir teklifti bu. Son 10 senede babamda para emaresi görmüş değildim. Sadece, yetecek kadar kazanıyordu. Tüm ekonomik çıkmaza rağmen, benim dedemin yanında ne işim var ya baba, bırak bu işleri diye karşılık verdim. Fakat peder bey ciddiydi. Önüme dokümanları koydu. Banka cüzdanındaki meblağı gösterdi. Okulların kataloglarını açıp, karıştırdı ve beni bir hafta içerisinde ikna etti. Dedemin varlığı beni ürkütüyordu ama o çekincem de karşılıksız kaldı. Bizim moruk emekli olmuştu ve ben gitmeden bir ay kadar önce Türkiye'ye kesin dönüş yaptı. Bizim sülale, neredeyse oyuncu değişikliği hakkını kullanıyordu. Fransa'da en az bir Türkoğlu yer almalıydı sanki.

Geçen 1,5 sene boyunca bir kez bile Türkiye'ye gitmemiştim. Yol parası fazla pahalıydı ve ben artık eskisi kadar aileci değildim. Bir kez evden ayrılınca alışıyordu insan yalnızlığa. Özgürlük, bağımlılık yapan tehlike bir duyguydu. İyi-kötü devam ediyordu hayat. Okulda sıkıntı yoktu. Benim gibi okumaya gelen Türk bir kız arkadaşım vardı. Türkiye'ye gelip pizza sipariş eden turistler gibiydik. Kebap yemekten korkuyorduk. Alışkanlıklarımızın esiriydik. Bildiğimiz tatlara yöneliyorduk. Birbirimize çok benziyorduk. Yığınla yabancının arasında bir şekilde bildiğimize, birbirimize meyletmiştik. Vaktimi, dengemi ayarlamam konusunda beni düzene sokuyordu. Zamanında, periyodik olarak üç ayda bir babam aracığıyla hatırımı soran dedem, bu kez dört ayda bir kendi arar olmuştu. Aradan altı ay daha geçmişti ve artık memleket hasreti çekiyordum. Yaz tatilini tümüyle ailemle geçirecektim. İlk uçakla Türkiye'nin yolunu tuttum. Benim gelişim şerefine tüm sülale toplanmıştı.Yenildi, içildi, gavaraya vuruldu. O an, dünyanın en büyük birleştiricisi gibi hissediyordum kendimi. Akşamın sonuna doğru gideyim, sessiz sakin odanın birinde bir bira içeyim istedim. Tam kapıyı açacaktım ki, içeriden babamla dedemin hararetli konuşmalarına tanık oldum. Varlığımdan habersizlerdi. Para konusunda tartışıyorlardı. Bir süre sonra mevzu benim okuluma geldi. Kulağımı kapıya iyice yapıştırmıştım. Ödeyeceğin hepi topu iki senesi daha kaldı baba, bir bilse senin onun için şu yaptıklarını, fedakarlığını, sana öyle bir minnet eder ki, dedi babam dedeme. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Meğer dedem, Fransa'da okumam için herkesten gizli saklı bir para biriktirmişti. Durumu bildiğimi bir kez olsun hissettirmedim kimseye. Ama ağır gelmişti işittiklerim. Saatlerce, günlerce, aylarca muhasebesini yaptım kafamda. Babamın benden konuyu saklamasına kızdım. Dedemin benim için yaptıklarına şaşırdım. Uzun bir süre Türkiye'ye gelmeyeceğim diye karar aldım.

Hayatıma her zamanki gibi devam ediyordum. Fazlaca içki içtiğim bir gün kız arkadaşıma dedemi anlattım. Beni zamanında çok dövdüğünü ama kazandığının büyük bir kısmını benim eğitimim için herkesten saklı olarak kullandığını anlattım. Anlatırken, dedeme karşı beslediklerimin değiştiğini ve yumuşadığını hissettim. Ona karşı ilk kez sevgiye, merhamete yakın bir şeyler duyuyordum. Para konusunu bildiğimi çaktırmadığım gibi, ona olan hissiyatlarımı da telefon konuşmalarımızda hiç belli etmedim. Sınavlar, konferanslar, makaleler derken dönemin sonuna gelmiştik ve ben küçük bir Kuzey Avrupa turu planlıyordum. Tüm hazırlıkları yapmış, ertesi gün kalkacak tren için biletimi ayırmıştım. Evdeki son günümde biramı içerek vakit öldürürken telefonum çaldı. Babam, biraz da acıklı bir ses tonuyla 1-2 gün içerisinde Türkiye'ye gelip gelemeyeceğimi sordu. Çıkacağım turu, uçak biletlerinin pahalılığını ve istediğinin çok erken bir tarih olduğunu anlattım. Deden oğlum dedi, deden, yoğun bakımda... Peki, en yakın uçuş ne zamansa geleceğim deyip uzatmadan kapattım. Bir trene binmeyi umarken, kendimi uçakta bulmuştum. Kafamı uçağın penceresine dayamış , ölmesin len, en azından ben onu görmeden ölmesin diye iç geçiriyordum. Deep Purple'dan When a Blind Man Cries dinliyordum. Orospu çocuğu Ian Gillian çok iyi söylüyordu. Gözyaşlarıma engel olamadım. Yıllardır hissettiklerime, düşündüklerime, söyleyemediklerime kızıyordum. Nötr olduğum bir adama karşı son iki senede planlamadığım bir şekilde sevgi beslemeye başlamıştım. En azından bir özrü, bir teşekkürü hak ediyordu.

Vardığım gibi hastaneye gittim. Çok geçti. Bana iki laf etme şansı bırakmamıştı. Konuşabilecek duruma geldikten sonra, bir anda ne oldu baba, benim bilmediğim nesi vardı ki diye sordum. Biz sana söylemedik evladım, deden akciğer kanseriydi, içtiği zıkkımı bırakmadığı için de son bir senede çok ilerledi hastalık dedi. Bana bu zamana kadar neyi söylemişlerdi ki? Onların kafalarındaki projeleri hayata geçiren bir aktördüm ben yalnızca. Hayat benim hayatımdı ama karaları ben alamıyordum. Dedemin hareketsiz bedeninin yanına gitmek için görevliden izin istedim. İlk tokadından bu yana aradan 13 sene geçmişti. Dedemin bana vuracak canı yoktu. Benim dedeme vuracak hıncım yoktu. Büyümüştüm. Senden korkmuyorum moruk dedim ona, hiçbir zaman da korkmadım. Fakat, sigaradan hala çok korkuyordum.

Ürkek Bir Tavşan


Bulunduğum coğrafyayla alakalı olup olmadığını sorguladım uzunca süre. Emin olamasam da, sadece onunla alakalı değil. Benle alakalı, senle alakalı, herkesle alakalı. İnsanı geçtim, tüm soyut kavramlarla alakalı. Bu korku denen şey, her şeyin nasıl bu kadar içinde olabilir? Aklıma gelenleri ben söyleyeyim, unuttuklarımdan sen kork. Sevgi, aşk, sadakat, güven, neşe, keder, tutku... Hepsinin özünde çok büyük bir oranda korku var. O esnada farkına varamıyorsun; ama var. Ve ne kadar yoğunsa o yaşadığın duygu, korku da doğru orantılı olarak artıyor. 

Sevgilinle en mutlu zamanlarını geçiriyor ol mesela. O esnada çok düşünemesen de, "Lan ne ara göte geleceğiz acaba?" sorusu, içinde bir yerde mutlaka var. Bende yok öyle bir şey diyorsan, sevginde sıkıntı var. Büyük bir sevgi duymadığın için büyük bir korku yaşamıyor, böylece göte de gelmiyorsundur. "Karşımdaki insan çok iyi biri, hem ben hayatıma sokacağım insanları öyle güzel seçerim ki, asla sıkıntı yaşamam. Ben insan sarrafıyım koçum." diyorsan da, göte geldiğin zamanı izlemeyi çok isterim. Koçum. 

Sevilmemekten korkuyorsun, hatta bunun bilinmesinden dahi korkuyorsun. “Ben buyum, beni kabul eden böyle kabul etsin.” kalıbını her ortamda söylemekten hiç çekinmiyorsun da; çoğunluk prim vermese şu lafa, ne bok yiyeceğini bilmiyorsun. Kalabalıkta yaptığın şovların tutmaması, anlaşılamaması korkusu bünyeni sarmış sarmalamış; tripler hala daha Real Madrid. Tamam Ronaldo.

Ailenden birini kaybetme korkusunu mutlaka yaşıyorsundur, bunda kesin hak verirsin bana. Baktığında çok mu zor? Trafikte en ufak dikkatsizlik, evde gazı açık unutmak, rüzgarlı havada tabela altında kalmak, daha nicesi... Lan vitrine kartopu geldi diye adam öldürülüyor bu memlekette, daha ne olsun? Denk gelmesin diye umut ediyorsun. Bunların hiçbiri olmasa, başına gelmese bile bu hayatın sonu var, illa var. "Allah sıralı ölüm versin." diye laf var, bir nebze teselli olsun diye. Senin var olma sebebin, hayatının merkezi olan kadın veya adam, 70 sene yaşadığında teselli oluyorsun. "E iyi yaşadı be, buna da şükür, bunca zaman birlikteydik." diyorsun. Halbuki daha bir gün önce korkuyordun delicesine ölecek diye. Bu korkuyla yüzleşince yıkılıyorsun; ama artık o korku kalmıyor ortada. 

Lotoyu vursan önce mutlu oluyorsun, sonra bir bakıyorsun yine aynı duygu sarmış etrafını. “Ne yapacağım ben bununla, ya insanların bana yaklaşımı değişirse?” diyorsun. Zaten senin olmayan parayı kaybetmekten korkuyorsun. O olmadan da idame ettirebildiğin hayatına dönmekten korkuyorsun.

Güç sahibinden korkuyorsun. Onun kılıcının senin boynunu kesme ihtimalinden korkuyorsun. Hatta o kadar titriyorsun ki korkudan, sana bir şey yapmasın diye yalakalık yapıyorsun, methiyeler düzüyorsun. Sadece bundan ötürü, güç sahibi olmaktan da korkuyorsun. Kendi karaktersizliğini bildiğinden, öyle bir durumda etrafında olacak insanlardan korkuyorsun.

Bitmiyor oğlum bu korku denen şey. Kendinden bile korkuyorsun. Her insanın farklı zayıf noktası var mesela. Çaktırmaz pek kimseye; ama o zayıf noktasıyla alakalı ne yapacağını düşünür durur. Bazen düşünemez bile, gözü döner. Daha düşünemiyorken, başına geldiğinde ne yapar? İnsan dediğin varlık çok acayip bir yaratık. Belli bir durumda ne yapacağını bilemeyen veya yapabileceklerini tahmin edemeyen varlık, nasıl korkmasın kendinden?

Sadece duygularla alakalı değil, her şeyin korkusu var. Ben yüksekten korkuyorum mesela, nasıl mümkün aga bu yükseklik korkusu? Kısıtlı oksijen bulunan bir yerde, kapalı kalmaktan korkuyorum. Çok şeyden korkuyorum baktığında. Paranın köpeği olmaktan korkuyorum, bok yoluna ölmekten korkuyorum, insanların orospu çocukluğundan korktuğum kadar kendi orospu çocukluğumdan da korkuyorum. O yüzden de en çok bu korku dediğimiz duygunun insana bahşedilmemiş olma ihtimalini merak ediyorum. Şu yaşamaktan çok da keyif almadığımız, küfrettiğimiz dünyada soyumuz tükenirdi muhtemelen ama;  tükenmemesi halinde yaşamdan keyif alamazdık gibi geliyor. Korku olmasa diğer hislerin çok bir anlamı olmazdı, değersizleşirdi hepsi. Anlam yüklediğimiz her ne varsa, monoton bir aktivite haline gelirdi. Nereden baksan duyguların şahı.

Lafın özü, "Kork lan! Kork amına koyim, karın ölür kork, geri gelir kork."