Daha önce
hiç sigara içmediğim için, o günü unutamıyorum. Dedemin paketinden bir dal
alıp, ateşe vermiştim ucunu. İnsan ilkleri kolay kolay çıkaramıyor aklından.
İlk öpücük, ilk gol, ilk arkadaş, ilk sevgili, ilk kitap, ilk film, ilk
bisiklet, ilk kazık, ilk yumruk, ilk dayak... Hepsi iz bırakıyor ne kadar zaman
geçse de, ne kadar unutmak istesek de. Kuzenim yanıma gelip söndür şu sigarayı,
dedem görürse çok kötü olur demişti. Ne var bu kadar korkacak ya dedim. Kuzenim
dedemden çok korkardı. Dedem babasından, babası karısından, karısı köpekten,
köpek insandan, insan Allah'tan korkardı. Dedemin de iki gözü vardı, benim de.
Dedem de iki kol, iki bacak sahibiydi, ben de. Neden bu kadar korkacaktım ki
ondan, herkes birinden veya bir şeylerden korkuyor icabında diye düşünüyordum.
Kötü bir şey yapıyor olabilirdim ama bunu yapmadan nasıl anlayabilirdim ki?
Kuzeni bilerek yanımda tutuyordum. Zorla. Bir suç işliyorsam ve bunun cezasını
çekeceksem, hiç olmazsa iki insan arasında paylaştırılıp, bana düşen yük azalır
hesabındaydım. Herkes bir suç ortağı arardı hayatta. Elime güzel bir gofret
geçtiğinde asla ona gel beraber yiyelim demezdim ama. Kötülük paylaşılırdı,
güzellikse asla. Doğamız buydu, karşı gelmek anlamsızdı. İyi olmak için
uğraşmazdım, çünkü iyi insan görmemiştim. Dedemden hiç korkmuyordum. Bana
vurmaya kalkışırsa ben de ona vururdum. Çok geçmeden kapı açıldı ve dedem
geldi. Elimdeki sigarayla gördü beni. Gelip bir tokat attı. İlk kez birinden
tokat yiyordum. Neye uğradığımı şaşırdım. Bir tekmeyle karşılık vermek istedim
ama bir tokat daha yedim. Ne kadar vurmak istersem aynı şiddette karşılık
görüyordum. Kavganın cesaret işi olduğunu söyleyenler fena yanılıyordu. Birisi
senden fiziken gözle görülür şekilde üstünse onu dövemezdin. Kural buydu.
Dedemden fena dayak yemiştim. Ama bu sayede bir daha mahallede bir kez olsun
dayak yemedim. Benden büyük kimseye artistlik yapmadım bir daha. Onları
dövebileceğimi zannetmedim. Benden küçük olanları haşat ediyordum sadece.
Kafalarına vurup bilyelerini alıyordum. Yine de dedem çok ayıp etmişti bana.
Kuzenimi pas geçip sadece bana vurduğu yetiyormuş gibi, bir de kuzenimin
yanında vurarak küçük düşürmüştü beni. Dedem, bu dayaktan sonra kendisinden
korkacağımı sanıyordu, ama korkmadım. Sigaradan daha çok korkuyordum. Çünkü babam
da sigara içerken yakaladığın da dövdü, abim de sigara içerken yakaladığında
dövdü. Sigara, benim için dayak yemek demekti. Fakat büyüyecektim ben de, o
zaman dedeme iki laf edecektim. Senden korkmuyorum moruk diyecektim, hiçbir
zaman da korkmadım.
Epey bir dayak yediğimden olsa gerek eskisi gibi zinelik
peşinde koşmuyor, kavga etmiyor, ders çalışıyor, kimsenin bilyesini çalmıyor ve
söz dinliyordum. Kafama vurula vurula bir şeyler rayına girmişti sanki içeride.
Olgunlaşmıştım. Kitaplar okuyordum, hikayeler yazıyordum. Özel okula gidiyordum
ama ödediğimiz paranın hakkını veriyordum. Öğretmenleri sorumlarımla
terletiyordum. Derslerimle uçuyordum. Parmakla gösterilen öğrenci olmuştum.
Veli toplantılarında hep benim ismim konuşuluyordu. Tüm herkes çocuğunun
benimle arkadaşlık etmesini istiyordu. Zenginlerin en büyük yanılgılarından
biri de buydu. Akıllı insanlarla beraber olunca akıllı olacaklarını
zannederlerdi. Çocuklarını bu doğrultuda yetiştirirlerdi. Yok arkadaşlarını
çalışkanlar arasından seç, yok piyano çalan arkadaşa yapış, yok kötü yola
düşenden uzak dur, yok aklını çelmelerine izin verme... Aklı ve zekayı bulaşıcı
sanıyorlardı. Zaten para denilen bu meret, hep yanlış insanların elinde olmuştu
tarih boyunca. Bir gün okuldan döndüm ve politikacı olacağım baba dedim, devrim
yapacağım, değiştireceğim bu düzeni. Ergen aklı işte, kendine fazla
inanıyorsun, fazla güveniyorsun. Devrimmiş, düzenmiş, bir şeyleri
değiştirmekmiş. Bugüne kadar gördüğüm tek değişim, sermayenin el değişiminden
başka bir şey değildi. Gümbür gümbür gelen ekonomik kriz nihayetinde
gerçekleşmişti ve bu durum daha ben orta okuldayken babamın iflasına sebep
oldu. İşler öyle kötü değildi ilk başta. İnşaat sektörü her zaman belirli
oranda para kazandırıyordu insana. Fakat babam, ticareti az bilen, iyi niyetli
olarak sonra alırım diye düşündüğü hiçbir parayı alamadı ve borçlarını
ödeyemedi. İlk dükkan gitti. Sonra araba, sonra ev, sonra okulum. Hepsi bir bir
gitti elimizden. Bir kitaplarım vardı, bir de zamanında birazını üttüğüm,
birazını gasp ettiğim bilyelerim. 48 yaşındaki babam, çareyi babasında aradı.
Dedem çiftçiydi. Tutumlu adamdı. Hayattaki tek lüksü sigaraydı. Tütünü resmen
yerdi. Parasını sürekli olarak biriktirir, ihtiyacı olan çocuklarına eşit
ölçüde paylaştırırdı. Hakkaniyetli adamdı. Babam gibi ticaretle uğraşan hala ve
amcalarım da kepenk indirmişti krizle beraber. Neredeyse tüm aile aç sefildi.
Kuzenlerin pek umrunda değildi ama benim çok canım yanıyordu. Okulu, okumayı,
sıramı, sınıfımı çok seviyordum. Çok alışmıştım her şeye. Ama tüm bu romantizm
boşunaydı. Devlet okuluna kaydım çoktan tamamlanmıştı. Dedemle babam telefonla
konuşuyordu bir gün. Paralel telefondan ahizeyi kaldırıp çaktırmadan dinledim
onları. Orhan, bu çocuk okuyacak, ne yapıp edip bu çocuğu okutacağız demişti.
İlk kez dedeme kanım ısınmıştı doğrusu. Beni çok sevdiğinden mi, derslerimin
diğer sığır kuzenlerime göre çok çok daha iyi olduğundan mı, yoksa
küçükken attığı tokatların pişmanlığından mı bilmiyorum ama, dedem benim
okumama kafayı takmıştı. Çok geçmeden Fransa'ya işçi alımı sırasında gideceğini
duyurdu bizim hisli moruk. Eldeki avuçtaki, tüm sülaleye yetmiyordu. Daha çok
kazanmak gerekti ve ailenin en büyüğü olarak elini taşını altına sokmak
istemişti. Dedemin Fransa'da kazandığı paranın, Türkiye kurunda korkunç bir
karşılığı vardı. Üç ayda bir babamı aradığında ver oğlanı da sesini duyayım
derdi. Tüm ilişkimiz bundan ibaretti. O da, ben de katı adamlardık. Sevgisini
belli eden tiplerden değildim. Bu konuda ona çekmiştim. Severdim söylemezdim,
aşık olurdum sarılmazdım, delirirdim öpmezdim, kıskanırdım ama susardım.
Lisedeki son senemdi ve hukuk okumak için delicesine çaba gösteriyordum.
Politikacı olacaktım çünkü ve politikacılar iyi hukukçulardan çıkardı. Dünya
yine fazlasıyla yanılıyordu. Hukukçuların politikadan anladığı yoktu. Siyasetin
dahileri iktisatçılardı. Fakat iktisatçılar siyasete atılmayacak kadar akıllı
adamlardı. ÖSS'den çok yüksek bir puan almıştım. Ankara Hukuk için yollar
açıktı. Tercihlere kısa bir süre kala babam beni karşısına çekip birer kadeh
rakı koydu. İçki, ciddi bir konunun habercisiydi. Biliyorum, bugüne kadar hiç
bahsetmedim sana ama, eğer sen de istersen seni hukukun kalbine, Fransa'ya
göndereceğim dedi. Zamanında Cadillac'tan inip traktöre binen bir ailenin
bireyleri olarak fazla hayalci bir teklifti bu. Son 10 senede babamda para
emaresi görmüş değildim. Sadece, yetecek kadar kazanıyordu. Tüm ekonomik
çıkmaza rağmen, benim dedemin yanında ne işim var ya baba, bırak bu işleri diye
karşılık verdim. Fakat peder bey ciddiydi. Önüme dokümanları koydu. Banka
cüzdanındaki meblağı gösterdi. Okulların kataloglarını açıp, karıştırdı ve beni
bir hafta içerisinde ikna etti. Dedemin varlığı beni ürkütüyordu ama o çekincem
de karşılıksız kaldı. Bizim moruk emekli olmuştu ve ben gitmeden bir ay kadar
önce Türkiye'ye kesin dönüş yaptı. Bizim sülale, neredeyse oyuncu değişikliği
hakkını kullanıyordu. Fransa'da en az bir Türkoğlu yer almalıydı sanki.
Geçen 1,5 sene boyunca bir kez bile Türkiye'ye gitmemiştim.
Yol parası fazla pahalıydı ve ben artık eskisi kadar aileci değildim. Bir kez
evden ayrılınca alışıyordu insan yalnızlığa. Özgürlük, bağımlılık yapan tehlike
bir duyguydu. İyi-kötü devam ediyordu hayat. Okulda sıkıntı yoktu. Benim gibi
okumaya gelen Türk bir kız arkadaşım vardı. Türkiye'ye gelip pizza sipariş eden
turistler gibiydik. Kebap yemekten korkuyorduk. Alışkanlıklarımızın esiriydik.
Bildiğimiz tatlara yöneliyorduk. Birbirimize çok benziyorduk. Yığınla
yabancının arasında bir şekilde bildiğimize, birbirimize meyletmiştik. Vaktimi,
dengemi ayarlamam konusunda beni düzene sokuyordu. Zamanında, periyodik olarak
üç ayda bir babam aracığıyla hatırımı soran dedem, bu kez dört ayda bir kendi arar
olmuştu. Aradan altı ay daha geçmişti ve artık memleket hasreti çekiyordum. Yaz
tatilini tümüyle ailemle geçirecektim. İlk uçakla Türkiye'nin yolunu tuttum.
Benim gelişim şerefine tüm sülale toplanmıştı.Yenildi, içildi, gavaraya
vuruldu. O an, dünyanın en büyük birleştiricisi gibi hissediyordum kendimi.
Akşamın sonuna doğru gideyim, sessiz sakin odanın birinde bir bira içeyim
istedim. Tam kapıyı açacaktım ki, içeriden babamla dedemin hararetli
konuşmalarına tanık oldum. Varlığımdan habersizlerdi. Para konusunda
tartışıyorlardı. Bir süre sonra mevzu benim okuluma geldi. Kulağımı kapıya
iyice yapıştırmıştım. Ödeyeceğin hepi topu iki senesi daha kaldı baba, bir
bilse senin onun için şu yaptıklarını, fedakarlığını, sana öyle bir minnet eder
ki, dedi babam dedeme. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Meğer dedem, Fransa'da
okumam için herkesten gizli saklı bir para biriktirmişti. Durumu bildiğimi bir
kez olsun hissettirmedim kimseye. Ama ağır gelmişti işittiklerim. Saatlerce,
günlerce, aylarca muhasebesini yaptım kafamda. Babamın benden konuyu
saklamasına kızdım. Dedemin benim için yaptıklarına şaşırdım. Uzun bir süre
Türkiye'ye gelmeyeceğim diye karar aldım.
Hayatıma her zamanki gibi devam ediyordum. Fazlaca içki
içtiğim bir gün kız arkadaşıma dedemi anlattım. Beni zamanında çok dövdüğünü
ama kazandığının büyük bir kısmını benim eğitimim için herkesten saklı olarak
kullandığını anlattım. Anlatırken, dedeme karşı beslediklerimin değiştiğini ve
yumuşadığını hissettim. Ona karşı ilk kez sevgiye, merhamete yakın bir şeyler
duyuyordum. Para konusunu bildiğimi çaktırmadığım gibi, ona olan hissiyatlarımı
da telefon konuşmalarımızda hiç belli etmedim. Sınavlar, konferanslar,
makaleler derken dönemin sonuna gelmiştik ve ben küçük bir Kuzey Avrupa turu
planlıyordum. Tüm hazırlıkları yapmış, ertesi gün kalkacak tren için biletimi
ayırmıştım. Evdeki son günümde biramı içerek vakit öldürürken telefonum çaldı.
Babam, biraz da acıklı bir ses tonuyla 1-2 gün içerisinde Türkiye'ye gelip
gelemeyeceğimi sordu. Çıkacağım turu, uçak biletlerinin pahalılığını ve
istediğinin çok erken bir tarih olduğunu anlattım. Deden oğlum dedi, deden,
yoğun bakımda... Peki, en yakın uçuş ne zamansa geleceğim deyip uzatmadan
kapattım. Bir trene binmeyi umarken, kendimi uçakta bulmuştum. Kafamı uçağın
penceresine dayamış , ölmesin len, en azından ben onu görmeden ölmesin diye iç
geçiriyordum. Deep Purple'dan When a Blind Man Cries dinliyordum. Orospu çocuğu
Ian Gillian çok iyi söylüyordu. Gözyaşlarıma engel olamadım. Yıllardır
hissettiklerime, düşündüklerime, söyleyemediklerime kızıyordum. Nötr olduğum bir
adama karşı son iki senede planlamadığım bir şekilde sevgi beslemeye
başlamıştım. En azından bir özrü, bir teşekkürü hak ediyordu.
Vardığım gibi hastaneye gittim. Çok geçti. Bana iki laf
etme şansı bırakmamıştı. Konuşabilecek duruma geldikten sonra, bir anda ne oldu
baba, benim bilmediğim nesi vardı ki diye sordum. Biz sana söylemedik evladım,
deden akciğer kanseriydi, içtiği zıkkımı bırakmadığı için de son bir senede
çok ilerledi hastalık dedi. Bana bu zamana kadar neyi söylemişlerdi ki?
Onların kafalarındaki projeleri hayata geçiren bir aktördüm ben yalnızca. Hayat
benim hayatımdı ama karaları ben alamıyordum. Dedemin hareketsiz bedeninin
yanına gitmek için görevliden izin istedim. İlk tokadından bu yana aradan 13
sene geçmişti. Dedemin bana vuracak canı yoktu. Benim dedeme vuracak hıncım yoktu.
Büyümüştüm. Senden korkmuyorum moruk dedim ona, hiçbir zaman da korkmadım.
Fakat, sigaradan hala çok korkuyordum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder