2013 Mayısı’nda, yani baharında, saatlerin çoktan ileri alındığı, birçoğu için yatma vakti gelmesine rağmen havanın henüz kararmadığı dönemde, mesele önce “sadece birkaç ağaçtı” belki. Ağaçları kafaya takanlar da haklıydı, bir karar vardı, uyulmak durumundaydı. Ama devlet, bağlı olduğu Anayasaya yeteri kadar bağlı olmadığından olsa gerek, hukuk devletini yok sayarak; polis zoruyla, copuyla, gazıyla, küfrüyle dağıtmaya çalıştı insanları, onlar için mesele birkaç ağaç değildi. Çünkü ağaç ve sair güzellikler zerre umurlarında değildi. Esas olan para ve iktidardı.
Seçilmiş (!) kişi, "Ne yaparsanız yapın. Orası için karar verdik. Yapacağız." şeklinde höykürdüğünde, polis devleti polis devletliğini iyice göstermişti.
31 Mayıs 2013 tarihinde Taksim bir başka kalabalıktı. O tarihten sonra bırakalım aynı kalabalıklığı; Taksim, Taksim olmaktan da çıkmıştı zaten. Önce İstiklal Caddesi’nde ağaçları, sonra Asmalımescit’te içki masaları kaldırılan tarihi/turistik semt asfaltlandı, Beyoğlu alelade bir yer oldu.
O gece Taksim’de herkes “sapına kadar şair” gibiydi Can Yücel’in bahsettiği; “yürüyelim arkadaşlar yürüyelim, özgürlüğe mutluluğa doğru, her işin başında sevgi” idi sanki[1]… Hayatta bir araya gelmeyecek siyasi düşüncedeki kişiler (belki bu sadece tribünlerde mümkündü, ama tribünlerin de içine s.çıldı), bu eylemlerde bir aradaydı.
Yürüyüşler, sloganlar iyiydi de, Gezi Parkı’na yaklaşıldığında havadaki gaz kokusu gittikçe artıyordu.
Sloganlar devam etti, köprüler geçildi. Milyonlar sokaklardaydı. Şanslı olanlar, sadece biber gazı yiyenlerdi…
Yıllardır görülmeyen bu şölen televizyonlarda gösterilmedi. Güney Kutbu'nda yaşayan, sırtı kara, göğsü ak, iyi yüzen, deniz hayvanlarıyla beslenen, uçamayan, kısa kanatlı deniz kuşları daha ilgi çekiciydi.
Eylemler iyice arttığında seçilmiş kişi Kuzey Afrika’daydı. Paniklemiş olacak, gereksiz ve salakça bir şekilde havaalanına doldurdu paraseverleri. Paraseverler beleş otobüs, metro seferleriyle gittiler karşılamaya. Seçilmiş, tehditler savurdu ağzından salyalar çıkararak. Taksim’dekilere seslendi, “salarım milletimi(!) üstünüze” dedi. “Millet” kelimesinin bu kadar saptırıldığı bir dönem de olmamıştı. Önceden kendi yandaşlarını tasvir ederken kullandığı millet, bir de “köpek” muamelesi gördü. O “millet”, hücum için emir bekledi, “yol ver gidelim, Taksim’i ezelim.” dediler. “Yol ver” isteğinden kasıt herhalde “akbil ver” veya “sefer düzenle” gibi bir şeydi. İcazet isteniyordu yani seçilmişten. Halbuki Gezi’de kimse izin almadı, beleşe gitmedi meydanlara; aksine seferler durduruldu, yollar kapandı, polis amcalar ve “emri verenler” izin vermedi. Buna rağmen milyonlar sokaktaydı. Arada böyle bir fark vardı.
“Millet” ile “Geziciler” arasında meydanlarda, metrolarda, statlarda, bakkallarda kavgalar başladı.
Bizimki bir şekilde rahatlayıp kendini sağlama alınca, başladı dış mihrak, faiz lobisi filan…
-----------
Ondan yaklaşık yarım yıl sonraydı. Sonbahar henüz bitmemişti. Aralık ayının bir salı sabahı yıkıldı ortalık. “Alınanlar” arasında seçilmişin yol arkadaşları da vardı. Ucunun seçilmişin hükümetine de gittiği bir dosya vardı, canı yananlardan birkaçının itirafları da cabasıydı… Seçilmiş, bir süre sustu konuşmadı. Sadece “önlem” almaya çalışıyordu. Zaten o durumda başka şey düşünemezdi. Bir ara düşündü, planlar kurdu. İlk plan; ülkeyi terk etmekti, kaçmaktı yani. Bunu ciddi ciddi düşündü. Sonra “Tosun Paşa” filmindeki Lütfü oldu bir anda, “Biz buradan kaçacağımıza, Şaban’ı niye kaçırmıyoruz”a döndü iş. “Eğer benim başıma kanunlar, polisler, savcılar, hakimler, mahkemeler iş açıyorsa; kanunları, polisleri, savcıları, hakimleri, mahkemeleri değiştiririm, olur biter” dedi. Kanunlar değişti, savcılar değişti, hakimler değişti, mahkemeler değişti…
Bizimki bir şekilde rahatlayıp kendini sağlama alınca, başladı paralel, kumpas, darbe, Pensilvanya filan…
Ayrıca, “darbe” kelimesinin bu kadar saptırıldığı bir dönem de olmamıştı.
Bir kelimenin anlamını öğrenmek için başvurduğumuz ilk yer olan Türk Dil Kurumu, daha önce “bir ülkede zor kullanarak yönetimi devirme işi” olarak tanımladığı darbeyi, bu olaylardan sonra “bir ülkede baskı kurarak, zor kullanarak veya demokratik yollardan yararlanarak hükümeti istifa ettirme veya rejimi değiştirecek biçimde yönetimi devirme işi” olarak yeniden tanımladı. Adaletin yılmaz savunucuları savcılardan biri de, Türk Ceza Kanunu değil, Türk Dil Kurumu’nu baz almış olacak ki, Çarşı’ya darbeye teşebbüsten dava açtı. Ağırlaştırılmış müebbetle yargılanıp da tutuklanmayan darbecilerdi onlar. Terazi tezektendi.
2014 yılına yaklaşıldığında insanlar seslerini iyice
çıkarmaya başladı. Bu durum tribünlere de yansıdı. Önceden “Her Yer Taksim, Her
Yer Direniş” şeklinde atılan slogan, “Her Yer Rüşvet, Her Yer Yolsuzluk”
olmuştu. Bunlara bir de “hırsız” sloganları eklendi. Televizyonların sesleri
kısıldı, yorumcular “ama spora siyaset bulaştırmamak lazım” diyerek insanları
telkin etmeye çalıştı. Sanki spor siyasete sadece bu sloganlar sonucu bulaşmış
gibi…
“Kardeşlerim, biz kefenimizi giydik de geldik”, “kefenimizle yola çıktık” sözleri yinelendi. Nedir kefen? Neyi simgeler? Ölümü herhalde. “Biz davamız uğruna ölürüz” yani. “Hiçbir şey bizi yıldıramaz, caydıramaz”. Ama hakkımızda soruşturma açılırsa tüm sistemi değiştirecek gücümüz de var. Kefenin cepleri sağlam tabii.
“İç Güvenlik Paketi” olarak adlandırılan tasarı ne
mesela? Güvenliği sağlama maksatlı mı, yoksa o seçilmiş kişinin güvenliği ve
huzuru için, o huzur kaçıranların susturulma paketi mi? Nedir yani paketin
amacı?
Neden Gezi Parkı televizyonlarda gösterilmedi?
Neden eylemler yapılmasın diye otobüs seferleri
durduruldu; ama havaalanına ek seferler koyuldu? Eyleme katılanlar palalandı?
Neden kanunlar, mahkemeler, dolayısıyla sistem
değişti?
Neden tribünlerde çığlık çığlığa söylenen
sloganların sesleri kısıldı?
Neden hakaret gibi, hapis cezası ile sonuçlanmama
ihtimali yüksek suçlarda kişiler tutuklanıyor?
Neden ısrarla yalanların üzerine gidiliyor?
Neden “aldatıldık” ifadeleri bu kadar kolay çıkıyor ağızlardan?
Neden Gezi Parkı olayları için “ilk birkaç gün masumdu, ama sonra değildi”, “oyun olduğunu sonra anladık” diyor bir kısım çıkarcı meşhurlar?
Tüm bu gelişmelerin; salarım üstünüzelerin, yüzde elliyi zor tutuyorumların, paralellerin meridyenlerin, penguenlerin, köpeklerin tek bir nedeni var. Yukarıdaki soruların da tek cevabı var.
Cevap, bu hafta Bora Fiko CB’nin anlattıkları…
Not: “Durduramayacaklar halkın coşkun akan selini”. Ben demiyorum, Bertolt Amcam diyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder