En
çok ne(y)den korkarız? Bizden daha güçlü olan, engel olamayacağımızı ya da alt
edemeyeceğimizi düşündüğümüz şeylerden mi? Yani bizi korkutan şey, karşımızdaki
şeyin elinde bulundurduğu ve bizde olmayan güç mü? Yoksa, bunların bizden
alabileceğini düşündüğümüz şeyleri kaybetmekten mi korkuyoruz?
İnsan
denen varlık açısından korkmak, ilk akla gelen ve zannedilenin aksine zayıflık
halinin değil, bencilliğin ve o aşağılık sahip olma anlayışının bir sonucu bana
göre. Hatta daha da ileriye taşıyorum, kapitalizmin bir sonucudur korkmak. Ve
hatta komünizmin. “Nasıl yani?” dediğinizi duyar gibiyim. Şaka şaka, duymuyorum...
Hem ne o öyle, saçma sapan tanıtım programlarında dikkat çekmek için kullanılan
samimiyetsiz söz kalıpları...
Şimdi kardeş, dünya üzerindeki hiçbir şey sana ait
değil. Bunu bi’ kabullen önce. Bak, kardeş diyorum, gerginim. Nesneler ya da insanlar üzerinde birçok şekilde
hakimiyet kurabilirsin. Onları istediğin şekilde idare edip istediğin gibi
kullanabilirsin. Ancak sana ait olduklarını düşündüğün an, ki düşüncen bile
sana ait değil emin ol, zaten kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalacaksın. Hatta
şimdiden söyleyeyim, kaybedeceksin.
Bu
noktada, konuyu daha iyi anlatabilmek için konuya hafif ara verir gibi yapıp
birkaç hukuki kavrama değineceğim. Eşya hukuku diye bir hukuk alanı var. Arapça
kökenli bir kelime olan eşya, şey kelimesinin çoğul anlamını ifade ediyor. Eşya
hukukunun konusunu ise, taşınır ve taşınmaz diye adlandırılan şeyler oluşturuyor.
Bu hukuk alanında en üst noktada mülkiyet kavramı yer alıyor. Nedir mülkiyet?
Malik olma, sahip olma. Hukuki olarak ise; kullanma, yararlanma ve dilediği
gibi tasarrufta bulunma hakkı tanıyan bir kavram. Mülkiyet ve buna bağlanmış
olan mülkiyet hakkı ise, öylesine kutsanmış, öylesine korunması gereken bir
kurum olarak karşımıza çıkıyor ki, sormayın. Adamın canını al, mülkiyet hakkına
dokunma. Bu arada son cümle ile miras hukukunu özetlemiş olabilirim. Şöyle o da…
Kişi ölüyor mesela. Öldüğü an, hakikaten öldüğü an, kişinin bütün malvarlığı
mirasçılarına geçiyor. Cenaze ortada kalmış, kişinin ruhu şad olmuş falan
umrunda değil. Miras hukukunun tek derdi, mal ortada kalmasın. Hemen birinin
mülkiyetine aktaralım. Mülkiyet önemli çünkü. En üstte mülkiyet var. Mülkiyet
Allah. Tövbe tövbe... Bir de zilyetlik var. Bak onu severim. Fiili hakimiyet ve elinde bulundurma hallerini ifade eden bir kavram. Evet, bi’
10 dakika ara verelim. Çay-kahve falan. Sonra devam ederiz derse.
İnsanın
ne denli bencil bir varlık olduğunu, lise hazırlıkta yaşadığım 5-10 saniyelik sıradan
bir olaydan sonra tamamen içselleştirmiştim. Okul, şehir merkezine nispeten uzak
olduğundan, servisle gidip geliyorduk. Bir akşam, servis kırmızı ışıkta
dururken, ben de camdan yandaki araca bakıyordum öyle amaçsızca. Her taraf kar,
hava buz gibiydi. Yanda duran arabada ön koltukta oturan bir bebek ve direksiyonda
annesi olduğunu düşündüğüm bir kadın vardı. Bebek en fazla 2 yaşındaydı.
Kadının arabanın içinde sigara içiyor olmasına inanamıştım. Hadi diyelim
göremediğim taraftaki cam hafif açık, sigara dumanı arabadan çıkıyor; bu kez de,
o soğukta sırf sigara içmek için camı açmasına inanamıştım. Genel olarak
inanamıştım yani. “Bunu yapan anne lan!” demiştim. Hani en büyük insani sevgiyi
taşıyan varlık. İnsanın, anne de olsa, benmerkezci olma özelliği ile ilgili zaten
öncesinde var olan düşünceler, o olayla perçinlenmişti. O zamanlar kendi
kendime yazdığım, başta günlük gibi başlayan ama zaman geçtikçe gün, hafta, ay
ve diğer zaman birimlerinden bağımsız olarak yazmaya devam ettiğim “Şeylik”
adlı bir defterim vardı. Eve gidip anne sevgisindeki bencillikle ilgili şeyler
yazmıştım. Hala da aynı şeyi düşünüyorum kendimce.
Bir
anne, hayatın herhangi bir alanında başarı gösteren çocuğunun başarılı olmasından
ziyade; kendi doğurduğu, yetiştirdiği çocuğun başarı göstermesine seviniyordur.
Annenin dahi en saf mutluluğunda, “benim çocuğum” hissi ve “sahip olma” anlayışı ön planda yer alıyordur. Yani bencillik. Tam bu noktada benim söylemek istediğim şey şu… (Aatıf
Chahechouhe?) Bana kalırsa, o başarı çocuğa da ait değil. Fiko’yla
çok konuştuk bunları. Çok klasikleşen “Güzellik mi zeka mı?” konusundan yola çıkıp
taa nerelere vardık. Zeki ama güzel olmayan kızlar, güzel ama kafası çalışmayan
kızları aşağılarlar ya hani. Aynı şey erkekler için de geçerli. Kültürlü ama
gideri olmayan erkekler ile yakışıklı ama mal olan erkekler falan... Gerçi
erkek konusuna girmeye gerek duymuyorum. Parası olan erkek diye bir kategori
var. Alayını siler. Piyasadan. Ki Fiko’yla erkekleri de konuşmadık. Burada
yazmaya da gerek yok o yüzden. Neyse. Sırf fiziki güzellik ile kendilerine yer edinen kişileri aşağılayarak; zekanın güzellikten, salt zeki insanların salt güzel/yakışıklı insanlardan daha değerli olduklarına dair genel bir kabul vardır. Sanki güzellik genetik olarak geliyor da, zeka öyle gelmiyormuş gibi... Zeka da senin değil yani, onu diyorum. Kimbilir bilmemkaç göbek öncesinden bilmemkimin bir kromozomunu aldın da böyle oldun. Neyi sahipleniyorsun
da üstüne bir de üstün olduğunu düşünüyorsun?!
Şimdi
gelelim yeniden korkmak meselesine. Diyorum ki; bencillik ve sahip olma anlayışı
öylesine işlemiş ki insanın içine, sahip olduklarını yitirmekten korkar insan.
İşini kaybetmekten korkar, malını kaybetmekten korkar, parasını kaybetmekten
korkar, standartlarını kaybetmekten korkar, oy kaybetmekten korkar, güç kaybetmekten korkar, hayatını kaybetmekten korkar, sevdiklerini kaybetmekten korkar,
vatanını kaybetmekten korkar, korkar da korkar... Korktukça taviz verir. Ama taviz verirse de kaybeder. Kaybetmemek için başkasının korkmasını sağlar. Başkası da başkasını... Halbuki sahip olmanın bir
kandırmacadan ibaret olduğunu, o bencillikten sıyrılıp aslolanın zilyetlik gibi sadece fiili hakimiyet ve elinde bulundurma olduğunu kabullenebilse hiçbir şeyden korkmayacak. Bugün sende, yarın başkasında o sahip olduğunu zannettiğin şey. Hem böyle olunca, bir
şeye sahip olmayacağı için, kaybedecek bir şeyi de olmayacak. Düşünsenize, kimsenin bir şey kaybetmediği bir dünya... (İç ses: Yok öyle bi' dünya!)
Bence yine de bi' deneyin Korkmayın. Bi’ şey kaybetmezsiniz.
Not: Bir
gün kitapçıda raflara bakınırken, rastgele bir kitabı elime aldım ve rastgele
bir sayfayı açtım. İlk gördüğüm cümle beni çok etkiledi. Epey bi’ üzerinde düşündüm
ve söze tamamen hak verdim. Bu haftaki yazı ile birlikte o cümle değerlendirilirse,
dünyada neden bu kadar kötü şeyin yaşandığının nedeni de ortaya çıkar belki.
“Korkunun
olduğu yerde sevgi olmaz.” / Jiddu Krishnamurti - Bunları Düşün
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder