fiko

Haftanın Konusu

Yeni konumuz "Hayır, hayır, hayır... Kime söylüyorum ki şarkıyı?'. Bu kez her şey çok basit: ya evet diyeceksiniz, ya hayır...

3 Ağustos 2015 Pazartesi

Ölü Deniz



Herhangi bir dilde, bu denli anlam karşılığı bulabilecek bir söz yoktur, Deniz kadar. Duyulduğu andan ve beyne girdiği ilk 3 saniyeden itibaren, her insanın kafasında en az 10 imge belirir. Kiminin aklına Çeşme’de sahil gelir, kiminin aklına İstanbul’da boğaz; kiminin aklına dev dalgalar gelir, kiminin aklına tekne tutması; kiminin aklına dalga sesleri eşliğinde rakı içmek gelir, kiminin aklına manzaraya karşı sigara tüttürmek. Ama herkesin aklına mutlaka O gelir.

Deniz de, O’ndan ötürü bu isme sahipti, diğer binlercesi gibi. 86 doğumlu bir kız çocuğu. Aydınlı bir ailenin 2 çocuğundan biri. Babası ve annesi, o dönem işkence yaşayanlardan değil; ama Deniz’e sempati duyanlardan. Baba kimyager, anne ev hanımı. Baba tarafı CHP, anne tarafı DP kökenli. Evlendikten sonra, annesi de babası gibi düşünmeye başlamış. Fanatiklik derecesinde parti tutma olayı olmasa da evde, aidiyet hep sabit olmuş.  80 öncesi ve sonrası dönemin getirdiği korku sebebiyle siyasetin çok konuşulmadığı bir hane olsalar da, içlerinden geçen tepkinin bir yansımasıydı kızlarının adının Deniz olması.

Deniz ilk kez 4 yaşındayken girdi denize. Çok severdi Deniz denizi, kolluklarını takıp yüzmeyi, kumdan kale yapmayı çok severdi. Okula başladı, sınıfında onun gibi 3 tane daha Deniz vardı. Okulu pek sevmezdi, dersleri iyi değildi; ama Deniz adını bu yüzden de çok severdi. Deniz sen cevapla dendiğinde, piyango çoğunlukla diğer üçünden birine vururdu. Ortaokulda Deniz Seki’den ötürü de ismini çok sevdi. Onun kadar güzel değildi belki ama Deniz adında güzel bir ünlü olması onu mutlu ediyordu. Lisede ilk defa bir erkeği sevdiğinde ismini sevmemişti Deniz. Okulun yakışıklılarından, ülkücü takılan bir çocuğa gönlünü kaptıran Deniz, sırf ismi yüzünden onunla konuşamıyordu. Konuşmaya çalışıyordu; ancak çocuk onunla asla konuşmuyordu. Öyle ya, ismi Deniz olan bir kız ancak komünist, şerefsiz bir aileden gelebilirdi. Terörist kafalı, vatan haini bir kızla ne işi olurdu o çocuğun?

İlk o zaman merak etti adının anlamını. Sordu annesine; ama pek idrak edemedi neyin ne olduğunu. Araştırma gereksinimi de duymadı, nasıl olsa ismini değiştirmeyecekti. Araştıracak hali de yoktu üzüntüden, ilk aşkını yaşayamadan, ilk aşk acısını yaşamıştı bile.

Pek parlak olmayan öğrencilik hayatını değiştirmeye karar verdi. Böylece hem aşk acısını unutabilirdi, hem de başarılı olursa, hayalini kurduğu İstanbul’da üniversite okuma imkanına ulaşabilirdi. Yaptı da… Derece yapmamış olsa da, İstanbul’da pek çok üniversiteye girecek puan almıştı. Babası da annesi de çok istemiyordu gitmesini. Hem kızlarını o kadar uzağa göndermek istemiyorlardı, hem de maddi yükün altından kalkabileceklerinden emin değillerdi. Ancak kızlarının bu başarısının tek sebebinin, İstanbul hayali olduğundan eminlerdi.

Çekti Deniz’i karşısına, ne kadar yardımcı olabileceğini anlattı. Deniz’in büyük beklentisi yoktu zaten. Kalacak yeri ayarlansın, gerekirse yarı zamanlı iş bulup geçinebileceğini söyledi. Ailesi böyle bir şeyin olmasını istemese de; kızlarının bu denli cesaretli ve özgüvenli olduğunu gördükçe mutlu oluyordu. Böyle bir kız yetiştirmiş olmaktan gurur duyuyorlardı.

Gitti Deniz, İstanbul’a. Psikoloji bölümünde okuyacaktı. İlk sene ortama adapte olmaya çalıştı. Yeri geldi İstiklal’de broşür dağıttı, yeri geldi kafelerde garsonluk yaptı. Lisede araştırmaya üşendiği Deniz Gezmiş’i, üniversitede okuyarak öğrenmeye çalıştı. Arkadaş çevresi oluşturdu, ailelerin korktuğu arkadaş çevresi olan solculardan. Olgunlaştı, lisede ilk aşık olduğu çocuğu gülümseyerek hatırladı, bir insanı isminden ötürü reddeden kişinin mutlu olması için küçük de olsa dilek tuttu içinden. Sevgilisi oldu, Nedim, solculardan, saçı sakalı birbirine karışmış, pislik içinde, bu nasıl adam diyeceğiniz tiplerden. Siyasalda okuyordu, tipi -o pis algınızda- teröriste benziyordu; ruhu da, en büyük terör olarak gördüğünüz komünizm için atıyordu.

Çok sevdi, çok sevildi. Çok okudular birlikte, şiirler, kitaplar… Çok gezdiler, karış karış, otostopla hep. Çok yürüdüler, bazen vakit geçirmek için; bazen düşüncelerini dile getirmek için eylemlerde. Çok düşündüler, hem ikisinin birlikte kuracağı geleceği; hem herkesin özgür olduğu bir yaşam biçimini. Çok hayal kurdular, çocuklarıyla birlikte yaşayacakları küçük evi; çocuklarıyla birlikte görecekleri güzel günleri.

Özgürlük için, adalet için sadece düşünmenin yetmediğini gördüler. Aktif birer eylemciydiler artık. O küçücük beyinlerinde hiçbir şeyi tartmayıp, duyduğuna bağnazca inanan kitle tarafından, “Yürüyerek, slogan atarak, neyi değiştireceksiniz?” sorusuyla muhatap oldular muntazaman. O kitleye cevapları “Siz yürümeyin, biz yürürüz; siz bağırmayın, biz bağırırız; biz düşünürüz, siz de düşünün.” oldu.

Tek saflıkları, “Yaa, bıraksana yaa, çoluk çocuk bunlar, oyun sanıyorlar siyaseti, devleti. Gençlik heyecanı bunların, akıllarına giriyorlar akıllarına.” , “Bunlar terörist, başka bir şey değil, okumaya giderler, anarşist, terörist olurlar, ailelerine yazık bunların.” diyen kitlelerden, düşünmelerini beklemekti. Düşünmediler zira. Kolluk güçlerinin, sadece yürüyüp, slogan atan kitleye uyarısızca attığı gaz bombalarından, tazyikli sudan keyif alan; “ Bak bak, şu çocuğa şimdi suyla nasıl takla attıracak, keh keh keh.” diyen bir güruhtan böylesini beklemek saçmalıktı zaten.

Yine böyle bir eylem günü, yine sorgusuz sualsiz atılan gaz fişeklerinden biri Nedim’in başına isabet etti. El ele yürüyüp, slogan atarlarken, Nedim bir anda yere yığıldı. Saniyelerin ne denli uzun olduğunu o an anladı Deniz. Nedim’in kafasından kanlar süzülürken, Deniz’in kafasından kurdukları hayaller, geçirdikleri anlar yavaş yavaş geçiyordu. Dili düğümlendi, konuşamadı, bağıramadı. Kalabalıkta kimisi gazdan kaçmaya çalışıyor, kimisi de Nedim’i o ortamdan taşıyıp uzaklaştırmaya uğraşıyordu. Akşam haberlerde, bir eylemcinin yaralanarak hastaneye kaldırıldığı söylendiğinde, Nedim’i tanıyanlar dışında koca ülkede, bir hanede gözyaşı dökülmedi. Bir hanede güzel söz söylenmedi. Ülkenin, bu habere ortak yorumu “İyi olmuş şerefsize, ne işi varmış orada?” oldu.

10 gün komada kaldı Nedim. 10 günün sonunda yaşama veda etti. Haberlerde 10 gün önce yaralanan eylemcinin hayatını kaybettiği bilgisi, 1 dakikalığına yayınlandı. Ülkenin yorumu yine değişmedi. Daha olumlu karşılandı hatta. Çoğunluğu kana susamış ülkenin nispi vicdanlıları (!) “ Yav tamam, şimdi yazık olmuş çocuğa da, bunların aklına giriyorlar, beynini yıkıyorlar, bunlar da ziyan oluyor o şerefsizler yüzünden. Devlete karşıysan, sonun budur kardeşim.” yorumuyla, aslında vicdanlı insanlar olduklarını kanıtladılar. Özgürlük, adalet, hak kavramlarını düşünerek ve ulaşmaya çabalayarak koca bir hayatı geçiren insanlara, hayatında çakallık yapmak dışında tek bir olguyu düşünmemiş insanlar “beyni yıkanmış” diyordu. Bu coğrafyanın da kaderi buydu.

Deniz’in ailesi İstanbul’a gelip, Aydın’a geri götürdü Deniz’i. Okumadı Deniz, okuyamadı. Nedim’in kafasına gaz kapsülü isabet ettiği andan itibaren, ağlamaktan kurudu Deniz, kalmadı içinde bir damla yaş. Soldu Deniz, bugüne kadar açan tüm güllerden beter soldu. Öldü Deniz; Nedim gibi, Deniz gibi ve diğer tüm devrimciler gibi değil; her gün kanayarak, içinden can koparak öldü.

Denizi Hak Etmek


Bir yaz gecesi, sevimli ve sıcak bir yerdesin. Ege veya Akdeniz olması muhtemel. Öğleden sonra başlamışsın gündüz birasına. Elinde dergi, kitap veya gazete. İzlemeye maç yok; ama gazetenin son sayfalarının vazgeçilmesi olan ve adı geçen futbolcuların yalnızca yüzde beşi ile anlaşılacak transfer haberleri ile haşır neşirsin. Elinde de ufak not kağıtları, “seneye takım şu şekilde oynar”, “şunu alırsak hücumda iyi oluruz”, “şu oyuncunun yanına bu yakışır”, “onunla şu yan yana oynayamaz” yorumları yapıyorsun kendince. Arkadaşlarınla tartışıyorsun muhtemel kadroyu, yorumlarınızdan dolayı birbirinizi futbol bilmemekle suçluyorsunuz misal. Bu kadro kurmalarda veya gazete, dergi okumalarda bira daha da güzel oluyor. Zaten gündüz vakti Tuborg sanki daha bir “su gibi”, daha bir güzel.
Bira içme sadece hazırlık amaçlı. Sessiz sakin bir mekanda, taze balık ve mezelerle donatılmış masanda; arkadaşlarınla bir yandan rakını yudumlayıp güneşi batırırken, diğer yandan da iki şey canını sıkıyor: 1. Müessese hesapta acaba ne kadar geçirecek? 2. Haftaya bugün işe/okula/memlekete nasıl gideceğim? Neyse iki soruyu da sert bir voleyle denize yolluyorsun, anın tadını çıkaralım diyorsun. Zaten İstanbul’daki gibi geçirmeleri mümkün değil. Orada daha kötü yemeği, daha pahalıya yiyorsun. Büyük şehirde yaşamak böyle bir şey.

İyice çakırkeyif olmuşsun. Oynamayla zıplamayla zaten alakan yok, güzel müzikler çalan sempatik bir mekanda birkaç bira içip yazlık eve döneyim diyorsun. Eve döndüğünde evdeki duvarda bulunan eşantiyon saatin 3’ü geçtiğini görüyor, saate kızıyorsun. Erken kalkman lazım çünkü.

Saati sabah 7’ye kuruyorsun. Lağım çukuru gibi kokuyorsun, ilk kalktığında etrafındakilerden de, senden de “günaydın” kelimesine benzeyen, en azından “günaydın” denmek üzere yola çıkmış birkaç harf var, ama kiminin ağzından bu harfler “aaııınııın”, kimininse “güaaainn” şeklinde çıkıyor. Gözüne ilk çarpan havlumsuyu atıyorsun sırtına; baş havlusu mu, yüz havlusu mu, ayak havlusu mu, farkında değilsin, umurunda da değil pek zaten. Dün geceki arkadaşlarınla, tek kelime etmeden evden çıkıp, yaklaşık bir 300-400 metre yürüyorsun. Havlumsunuzu bırakıyorsunuz müsait bir yere; o yerin kum veya taş olması muhtemel. Rahat yürünsün ve kötü bir güneş yanığına kurban gitmesin diye tasarlanmış, fakat ayaklarınızın çirkinliğini hesaba katmamış parmak arası terliklerinizi bıraktıktan sonra atlıyorsunuz çarşaf gibi denize. O denize sanki tarihte hiç kimse girmemiş de, açılışı siz yapmışsınız gibi (tabii bir de hemen yanınızda kulaç atan 60’lı yaşlarında bir Alman çift var, gergin gergin konuşuyorlar).
Birkaç kulaç ve dipten kum çıkarma hareketlerinden sonra kendinize gelince, transfer haberlerini yorumluyorsunuz, kendinize tam manasıyla gelmişsiniz yani. Zaten, eşek gibi içtikten sonra 4 saatlik uykuyla kalkıp uzunca bir süre yürüdüyseniz, o denizi hak etmişsinizdir.

---
Bir yaz gecesi Giresun’daysanız, bira/rakı içerken gökyüzüne bakmanın ayrı bir nedeni vardır, yarınki havayı merak ediyorsunuzdur. Ona göre gideceksiniz çünkü denize. Ege’de Akdeniz’de istisnai olarak denize giremezsiniz; Karadeniz’de istisnai olarak girersiniz. Giresun’a artık sadece tatil için gidiyorsanız da, “inşallah hava iyi olur da denize girebiliriz” dersiniz. Hava durumuna bakarak bavula deniz şortunu/mayoyu/bikiniyi koyarsınız (bi’de mayokini diye bir şey çıkmıştı di mi). Tertemiz deniz için en az iki gün üst üste havanın çok iyi olması lazımdır. O üçüncü gün de Türkiye’nin en iyi suyuna girersin (tamam çok iddialı olmasın, en iyi sularından biri diyelim). Tuzlu Akdeniz’den sonra Karadeniz’in suyunu bardağa koyup içesin gelir.

Giresun’da sahil yollarının ırzına geçilmeden önce sıra sıra plajlar vardı. Şimdi tek tük… Yaman Plajı vardı örneğin, yoklama alınıyormuş gibi her gün giderdik, hava güzel olsun olmasın. En kötü ihtimal, top oynardık zaten orada. Okey filan oynardık. Hayatımda çifte gidip oyun bitirdiğim tek yerdir Yaman Plajı.
Kumsalda futbol oynamak hayatta en keyif veren şeylerden. Belki de Brezilyalıların futbolunu sevme ve sevdirme nedeni budur. Çoğu futbolu kumsallarda öğrendiğinden, daha bir keyif alarak ve keyif vererek oynarlar. Üzerinizde sadece deniz şortunuz olduğu ve yer de kumsal olduğu için çok rahat atlayıp zıplarsınız, cengaver gibi atılırsınız topa. Bazen kum sizi yanıltır, ancak o da ayrı bir keyif verir maçlara. Rakibe kayarak müdahaleler, kademeye girmeler, adam eksiltmeler daha bir güzel ve anlamlı olur kumsalda.

Ama en keyifli tarafı, maçtan hemen sonra belki de maçta bile atmadığın deparla denize girmektir. Yenen, yenilen herkes denize koşar. Orada bir anda “galiptir, bu yolda mağlup” oluverir.
Futbolunu oynuyorsun, keyfini aldın, kumda koşmak yorucu olduğu için daha da yoruldun; maç bittikten sonra artık denizin soğuk suyunu hak ettin. Yensen de, yenilsen de…

---
Bu iki olayda denizi hak etmek tamam, ancak yine de kimseye haksızlık etmeyelim, “her insan denizi hak eder” (güzel söz diye tırnak içine aldım, yoksa alıntı değil). Ancak denizi hak edip de görebilenlerin yanında, denizi göremeyenler de vardır ki Sabahattin Ali, "Sabahattin sana söylüyorum, şiirimi okuyanlar siz anlayın" misali, “Görmesen bile denizi / yukarıya çevir gözü / deniz gibidir gökyüzü / aldırma gönül aldırma” demiştir Sinop Cezaevi’ndeyken.

Tabii burada gökyüzüne haksızlık etmeyelim; “deniz yok, gökyüzü ile idare et” demeyelim. Gökyüzü denizden daha büyüktür. Hem coğrafya bakımından, hem genel bakımından. Büyük şehirlerimizde denizi görmek büyük bir lüks olduğu gibi, gökyüzünü görmek de ülkemizdeki “inşaat ya resulullah” prensibinden dolayı iyice zorlaştı.

---

Denize girmek veya denizi görmek mutluluk vericiyse, deniz olmayı varın siz düşünün. Nazım Hikmet de buna işaret etmiş zaten:

“Denizin üstünde ala bulut / yüzünde gümüş gemi / içinde sarı balık / dibinde mavi yosun /
kıyıda bir çıplak adam / durmuş düşünür / bulut mu olsam gemi mi yoksa / yosun mu olsam balık mı yoksa / ne o ne o ne o / deniz olunmalı oğlum / bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla”…
---

Osuruktan bir ülkede yaşıyoruz ama, neyse ki girilebilecek denizimiz var, neyse ki görülebilecek denizimiz var diyebiliyoruz galiba; her şey bir tarafa, Sabahattin Ali’miz var, Nazım Hikmet’imiz var diyebiliyoruz.
Bununla birlikte; Sabahattin Ali ve Nazım Hikmet'i vatan haini belleyen, Sabahattin Ali'yi öldürten, Nazım Hikmet'i kaçırtan devletimiz de var. “Uğruna ölmemiz gerektiğinin söylendiği” devlet...

Belki de denizi tek hak etmeyen o; ama bu durumda da olan bize oluyor, o ayrı.

Geçse De Yolumuz Bozkırlardan...


     Mevsim yazdı. Bunaltıcı sıcakların hakikaten bunalttığı dönemlerdi. Ağustos böceklerinin söylediği ninniler haricinde gece sessiz geçmiş; kimselerin olmadığı, şehirden uzak taş bir evde epeyce serin bir sabaha uyanmıştım. Serinliği bu denli güzel kılan şey, serinliğin kendisi mi yoksa sıcaklığın olmayışı mı diye düşündüm bir süre. Her şey tersi ile var bu hayatta diye sonlandırdım düşüncelerimi, daha sonra bu konuda düşünmeye devam edeceğimi bilmeden. Üzerimde ince bir battaniye ve akşamdan kalmanın verdiği kırgınlık vardı. Gözkapaklarım olağan halinden daha şişkin, gözlerim mahmur, bakışlarım donuktu. Uyanmıştım ama yataktan kalkmamıştım. Sineklikli ve demir parmaklıklı pencereden giren ince rüzgar, altmışlardan kalma kırmızı ve mavi çiçek desenli perdeyi düzensiz bir şekilde havalandırıyordu. Aksak ritmler ile eşlik etmeye çalıştım perdeye ve rüzgara. Söylediğim türküler, şarkılar ve mırıldandığım melodiler dışında duymamıştım günlerdir. Koyu yeşil bez kaplamalı, cilalı ama yıpranmış ahşap koltukta yarı yatık duran bağlamaya çarptı gözüm sonra. Sol el tırnaklarımın iç kısmındaki sızıyı hissettim, bağlamanın perde aralarındaki parmak basılan kısımlardaki koyuluklara bakarken. Parmak uçlarımın iç kısmı morarmıştı günlerdir bağlama çalıyor olmaktan. Bir türkü mırıldanmak geldi içimden; uykudan uyanmış olmanın getirdiği çatallı sesimin, doğru nota ile buluşamayacağının tedirginliği ile. Bu isteği dışa yansıtmama, pencerenin önüne konmaya çalıştıklarını tahmin ettiğim birden fazla sayıda serçenin ötüşmeleri engel oldu. Kanat çırpışlarındaki tedirginlik, benim biraz önceki tedirginliğimden çok daha fazlaydı. Parmak uçlarımdaki sızı ve vücudumdaki kırgınlığı unutup yataktan kalkmak için doğruldum. Bir gece önce ağzını açık unuttuğum ekmek poşetine yöneldim. Bütün yorgunluk, ayaklarımın altında toplanmıştı sanki. Her adımda topuklarımdan geri çekiliyormuş gibi hissederek defalarca okuduğum kitapların, müzikçaların, turuncu kulaklığımın, puromun ve iç kısmı koyulaşmış çay bardağının da olduğu masadan ekmek poşetini aldım. Pencereye doğru giderken, Güneş henüz tam doğmamış olmamasına rağmen kızıl ve lacivert tonların hakim olduğu yarı aydınlık olan havanın verdiği huzuru çektim içime. Kuşlar alelacele havalandılar ben yaklaşırken. Sövdüm içimden. Sesimi duymadım yine. Sinekliği çıkarıp, kuru ekmeği rüzgarın uçuramayacağı boyutlarda ufaladım pencerenin önüne üzgün üzgün. Kimbilir nereye uçmuşlardı. Oysa ekmek getirmiştim.

     Gittim, çay koydum. Küçükken, anneannemlerde kalırken, sabahları hep çay bardağı ile çay kaşığından çıkan o karıştırma sesleriyle uyandığım için mi bilmem, o sesin verdiği huzur kadar büyük bir huzur, uyandığında çayın hazır olması kadar büyük bir rahatlık yok diye düşündüm. Çay demlenene kadar başında bekledim ocağın. Çocuk kaygısızlığıyla, ailemizin onlarca şeye rağmen mutlu olduğunu düşünerek gülümsüyorumdur o zamanlar büyük ihtimalle diye düşündüm. Büyüdükçe ne kadar çok şey bekliyoruz hayattan, ne çok şey istiyoruz, ne doyumsuz insanlar oluyoruz diye düşündüm. İçime çektim, yaprakların tazeliğini. “Bu işte!” dedim, içimden yine. Demlendikten sonraki ilk bardağın keyfini, henüz yudumlamadan hissederek çayı koydum. Karıştırdım. Bardaktaki şeker erimiş olmasına rağmen karıştırdım. Çocukluğumdaki gibi olmasa da, gülümsedim, çocukluğumun ve ayrı kaldığım insanların özlemiyle…

     Ne kuşlar gelecekti, ne de çocukluğum…

     Çay bardağındaki kaşığı çıkarmadım. Yanağıma batacak olsa da, kullanıp atmak istemedim. Oturduğunda, insana bu dünyada bir ağırlığının olduğunu hissettiren gıcırtılar çıkaran ahşap iskemleyi alıp, manzarayı biraz daha yüksekten görebilmek için tek katlı evin damına çıktım. Mavi boyalı brandadan yapılan gölgeliğin altına iskemleyi ve çaydanlığı koydum. Geceyi burada geçirmiştim. Çok seviyordum geceyi, geceyi dinlemeyi, gece olmayı. Geceyi sevdiren şey, karanlık mıydı, serinlik miydi, yalnızlık mıydı, sessizlik miydi bilmiyorum. Yine aynı konuya takıldım sonra. Gündüz müydü acaba geceyi sevdiren şey. Gündüzü sevmememe rağmen, gündüze ayrı bir değer verdim o an. Sanki gündüz olmasa geceyi sevmezdim gibi geldi. Gecenin de kendine has güzelliği ana etkendi belki; ama bir şeye karşı olumlu hissiyatın oluşması, bir noktada başka bir şey ile kıyaslanmasına ve hatta tamamen başka bir şeyin varlığına bağlıydı sanki. Metin Oktay geldi aklıma. Meşhur golünden bahsederken, o golün denli büyük olmasını sağlayan şeyin, Fenerbahçe’nin büyüklüğü olduğunu söylemişti Kral. Muhteşem bir tevazunun yanında, hakikaten büyük bir gerçeklik vardı o sözde. Hayatta neye karşılık geldiğimi bulmaya çalışırken, neyin zıttı olduğumu düşünmeye başlamıştım bir taraftan da. Çayın harareti ve Güneş’in artık kendini hissettirir olması ile gece olmaktan çıkıp gündüze katılmıştım farkında olmadan. Artık gündüz olmuştum, gece olmayı bekleyecektim. Kendin olmak için, başka bir şey olmak gerekiyordu çünkü diye düşündüm. Birçok şeyi reddetsem de, sevmesem de, kabullenmesem de, hiç kendim olamadığımı düşünsem de kendimdim esasında her zaman gibi bir düşünceye kapıldım. Hatta insanın kendiyle çelişmesi diye bir şeyin varlığını tartıştım kendi içimde. Yaptıklarımın, hissettiklerimin, düşündüklerimin farklı olması kendimle çeliştiğin anlamına gelmeyecekti belki bu yorumla. Kendimi kandıracaktım belki, ama öyleydi. Bilmiyordum. Bir şey düşünmeden kafamı kaldırıp bir puro daha yaktım. Sonra düşündüm. Ne düşündüğümü bilmeden, düşündüm…

     Manzara artık tamamen aydınlıktı. Çarşaf gibiydi namussuz. Shibumi’den cümleler geldi aklıma, ezberimde olmasalar da. Üstünlüğü, basitliği, sessizliği, güzelliği ve tüm bunların perde arkasını anlatan sözler. Kokusunu hissediyordum inceden, rüzgar estikçe. Rüzgar, getirirken bir şey katıyor muydu acaba kendinden tüm bunlara bilmiyordum. Ayırt edecek yetilerim yoktu. Gerçeğe ulaşamayacaktım asla. Rüzgarın, üzerinde oluşturduğu dalgalanma ayrı bir güzellik katıyordu ona. Birbiri ardına boyun eğiyordu sanki her bir zerre, “es bakalım sen, eyvallah..” der gibi bir kabul edişle. Çıkardığı ses, huzur veriyordu. Gece olsa içimi ürpertirdi aynı ses diye düşündüm. Korkardım büyük ihtimalle dedim, içimden. Bilemedim. Hissiyatımın gerçekliğinden şüphe ettim. Şüphe ettiğimden bile şüphe ettim hatta. Düşündüm, düşünmekten yorulana kadar düşündüm. Bilemedim. Bilemeyecektim asla.

     Kafa dinlemeye gelmiştim buraya. Bozkırın ortasına. Kendiliğinden çıkan, tek tük, yabani, ağaç boyutunda çalılar vardı büyük aralıklarla. Geri kalan kısımlar; sapsarı otlardan oluşuyordu, ne işe yaradığı bilinmeyen sapsarı otlar. Hiçbir şey vaat etmiyordu bozkır. Masal anlatmıyordu. Hani, şu tepeyi aşsan, arkası yeşillikler, ırmaklar falan demiyordu. Duruyordu sadece. Olduğu gibi duruyordu. Hiçbir şey yapmazsan, hiçbir şey olmuyordu. Duruyordu bozkır. İsteyen istediğini yapabiliyordu, ama o hiçbir şey yapmadan duruyordu. Varlığı kendinden menkul bir hal ile, hiçbir şeyin zıttı olmadan duruyordu. Öyle güçlü, öyle kendi gibi duruyordu ki; duruşuyla meydan okuyordu adeta. Romantizmi, hayalciliği ters düz eden bir gerçeklikle duruyordu bozkır. O durdukça ben de durdum. Hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şey hissetmeden durdum öylece. Bozkır oldum bir süre. Gidip bağlamayı getirdim. Puroyu ve çayı tazeledim. Gözlerimi kapatıp, Neşet Ertaş'ı düşündüm. Bir bozlak havalandırdım yüreğimin bozkırından; ulaşır belki diye gökyüzüne, dağlara, denizlere... 

Vardır Herkesin Bir Hikayesi

Düşlersen görürsün
Fethiye'nin ardından sıra İzmir'de. Çok zorluk çekmiyorum ama. Kolay adapte oluyorum. Fethiye'nin büyüğü işte diyorum. Baya da bir kanım ısınıyor açıkçası. Sonra da Ankara... O kısmı zorlu işte. Bugüne kadar hiç alışık olmadığım bir hava, renk ve düzen var. İnsanlar epey farklı. Öyle olacağını tahmin ediyordum tabii de, içine girip yaşaması biraz ağır geliyor. Hep bir şeyleri özlüyor gibiyim. Aynı zamanda kasvetli... Genelde Dünya'nın yuvarlak olduğunu gözlemleyerek yaşamışım. Denizin ufukla birleştiği yer hep yokuş aşağıdır çünkü. Hatırlayın, geminin önce kendisi, en son da direği kaybolur gözlerden. Bunu Orta Çağ'da söyleyenlere deli diyorlardı, şimdi ise Amerika'yı tekrardan mı keşfediyorsun lafının arkasında gerzek ilan ediliyorsun. Hangi devirde, ne dersen de, bir şekilde bokluyorlar. Bazı şeyler gerçekten de hiç değişmiyor. Biranın tadı gibi. Fethiye, İzmir, Ankara... Her yerde güzel. İçerkenki manzara da önemli ama. Önceden hep denize bakardım. Göl ise aynı değil. Gemi hiç kaybolmuyor gözümden. Küçülüyor ama direği hep görüyorum sanki. Dünya düzdür ve adaleti yoktur diyerek içemem ben. Gerçeklerin adamıyımdır. Aklım ne diyorsa gerçek odur benim için. Ya sizin için? ODTÜ'nün yüksek yerlerinden birinde, Çevre Mühendisliği'nin otoparkındayız. Hava yavaştan kararıyor. Işıklar yanmaya başlamış. Karşımızda Bilkent var. Aramız ormanlık. Gündüz ormanlık... Gece ise deniz. Karanlıktan hiçbir şey gözükmüyor. Biz Göztepe'de bira içiyoruz sanki, Bilkent de Karşıyaka işte. Aramız İzmir körfezi. Alın size gerçek. O karanlıkta kim inanır oranın orman olduğuna. Tıpkı bir deniz gibi. İnsanlar sadece gündüz ışığıyla değil, gecenin karanlığıyla da görüyor bazen. Yeter ki düşlesin...

Aldırma be gönül
Subay rahatlığında yaptığım askerlikte sürgün yemişim. Artık sıradan bir Er'im. Yeni adresim bir cezaevi. Moral bozuk, can sıkkın. Gözlerimden yaşlar geliyor sinirden. Bitmek tükenmek bilmeyen nöbetler... Günler sanki 48 saat. Fareler fink atıyor ayaklarımın etrafında. Hava buz gibi. Cebimde taşıdığım ve tamamını kulübenin içinde, ayakta okuduğum kitaplarım tükenmiş. Aklı meşgul etmek, delirmemek için son silahım 28 şarkılık, yarı otomatik bir MP3. İyi haber, radyosu da var. Kötü haber, ilçede tek radyo çekiyor. TRT'nin saat başı haber bültenlerini üç saat sonunda kağıt olmadan sunabilecek kadar iyi biliyorum. Gündüz kuşağı çok sıkıcı. Pil akşama da kalsın diye kapatmak üzereyim. Edip Akbayram çıkıyor birden. "Başın öne eğilmesin, aldırma gönül aldırma...". Sanki beni görmüş de, benim için söylüyor baba. İçinde bulunduğum durumu daha iyi anlatabilecek bir şarkı daha yok. Mahkumlar mangal yakıyor olmalı. Cezaevinin çatısında farklı bir duman tütüyor. Dört baca, beş duman var. O an kafamı yukarı çevirip, rahatlamaya çalışıyorum. Devam geliyor: "Görmek istersen denizi, yukarı çevir yüzü, deniz gibidir gökyüzü, aldırma gönül aldırma." Keşke bir deniz olsa diye hayal ediyorum. Ardından da, bir çocuk için daha güzel bir isim olamaz diyerek dalıp gidiyorum. Bir gün, belki, neden olmasın... Nöbetim bitiyor. Karakola gider gitmez ankesörün önünde dikiliyorum. Sezo'nun mayıs ayında doğumu gerçekleşecek. Henüz cinsiyet belli değil. Kafanızda bir isim var mı ya diye soruyorum kontörüm bitmek üzereyken. Erkek de olsa, kız da olsa Deniz koyacağız diyor. Edip baba, ben ve Sezo arasındaki kozmik mesajların bu kadar çabuk yayılmasına şaşırıyorum. Bir süreliğine de olsa çok mutlu oluyorum. Beni duymuşlar, dinlemişler, kırmamışlar gibi... Telefonu kapatıyorum. Komutan emirler yağdırıyor. Bulaşık sırası bende. Akşam iki saat daha nöbetim var. Yine de aldırmıyorum.

Balıklar sessizdir
Dinlemekten, görmekten, koklamaktan bıkmışım. Televizyon ve gazeteler yalanlarla dolu. Arkadaşlar yaz ayları dolayısıyla bencilliğe kaymış. Kimsenin söylediğini yaptığı yok. Boğazımıza kadar çirkinliğe batmışız. Dayanılacak gibi değil. Üstüne bir de lanet sıcak... Leş gibi kokuyor ülke. Motora atlayıp koya varıyorum. Suya atlar atlamaz dalıyorum. Bir münzevi için dünyadaki en iyi kaçış yeri suyun altı. Sınırlı görüyorsun, duyuyorsun, kokluyorsun. Dipten hiç çıkmamak en iyisi bazen. Çok kalırsan bir daha asla çıkamazsın da zaten. Gözlerimi açtığımda karşımda iki balık beliriyor. Tam onlara seslenecekken yanıma David Foster Wallace geliyor. Başlıyor anlatmaya: "İki genç balık birlikte yüzüyorlarmış. Yanlarından geçen yaşlı balık başıyla onlara selam verip, 'günaydın çocuklar su nasıl diye sormuş'. Biraz daha yüzdükten sonra genç balıklardan biri diğerine dönmüş ve sormadan duramamış: 'su da neyin nesi?' Balık hikayesinin ana fikri, gözümüzün önündeki en bariz, önem arz eden ve yaygın gerçeklerin, çoğu zaman anlaşılması ve anlatılması en zor şeyler olmalarıdır. Söze döküldüğünde tam anlamıyla sıradan, basmakalıp bir ifade bu. Ama biz yetişkinlerin gündelik yaşam kavgasında sıradan ve basmakalıp ifadeler hayati önem arz eder. Ve şu pırıl pırıl sabah saatinde, ben senin buna inanmanı isterim." Nefesim tükeniyor ve ani bir hareketle yüzeye çıkıyorum. Az önce gerçekleşenler yüzünden hayli şaşkınım. Uzun süre düşünüyorum. Seni yalnızlığından alıkoyup aslında senle beraber olmayanları, ülkenin insanları süreklediği kırmızı çizgileri, kendisini kandırarak gerçeklerin üstünü örtenleri, bu şekilde mutlu olanları, ego savaşlarını, hayatı, yaşamakta olduğumuz hayatı düşünüyorum. Bu sırada ciğerlerim tekrardan havayla dolmaya devam ediyor. Nefes alış verişimin normale dönmek üzere. Derin bir nefes çekip bir daha dalıyorum. Kaldığımız yerden anlatıyor DFW: "Ama lütfen beni burada parmak sallayarak vaaz veriyormuşum gibi görüp sözlerimi bir kenara atma. Anlattıklarım; ahlak, din, inanç veya o fantastik ölümden sonraki hayat meseleleri hakkında değil; büyük H ile hakikat, ölümden önceki hayat hakkında. 30'una, belki hatta 50'sine gelmek hakkında. Kendi kafanıza bir kurşun sıkma sıkma isteğine kapılmadan, derece ve diplomayla ölçülmeyen, tümüyle basit farkındalık üzerine odaklı gerçek eğitimin, gerçek değeri hakkında. Etrafımıza baktığımızda görülmemesine rağmen gerçek ve esas olana dair farkındalık hakkında. Onu sürekli olarak kendimize hatırlatmak zorundayız. Bu su..." Sahile çıkıp kurulanıyorum. Elimde imzalı bir kitap. Yaşama uğraşına dair bir yol haritası. Motora atlıyorum. İyi şeyleri kendime hatırlata hatırlata şehre doğru yol alıyorum.