Bir yaz gecesi, sevimli ve sıcak bir yerdesin. Ege veya
Akdeniz olması muhtemel. Öğleden sonra başlamışsın gündüz birasına. Elinde
dergi, kitap veya gazete. İzlemeye maç yok; ama gazetenin son sayfalarının
vazgeçilmesi olan ve adı geçen futbolcuların yalnızca yüzde beşi ile
anlaşılacak transfer haberleri ile haşır neşirsin. Elinde de ufak not
kağıtları, “seneye takım şu şekilde oynar”, “şunu alırsak hücumda iyi oluruz”,
“şu oyuncunun yanına bu yakışır”, “onunla şu yan yana oynayamaz” yorumları
yapıyorsun kendince. Arkadaşlarınla tartışıyorsun muhtemel kadroyu,
yorumlarınızdan dolayı birbirinizi futbol bilmemekle suçluyorsunuz misal. Bu
kadro kurmalarda veya gazete, dergi okumalarda bira daha da güzel oluyor. Zaten
gündüz vakti Tuborg sanki daha bir “su gibi”, daha bir güzel.
Bira içme sadece hazırlık amaçlı. Sessiz sakin bir mekanda,
taze balık ve mezelerle donatılmış masanda; arkadaşlarınla bir yandan rakını yudumlayıp
güneşi batırırken, diğer yandan da iki şey canını sıkıyor: 1. Müessese hesapta
acaba ne kadar geçirecek? 2. Haftaya bugün işe/okula/memlekete nasıl gideceğim?
Neyse iki soruyu da sert bir voleyle denize yolluyorsun, anın tadını çıkaralım
diyorsun. Zaten İstanbul’daki gibi geçirmeleri mümkün değil. Orada daha kötü
yemeği, daha pahalıya yiyorsun. Büyük şehirde yaşamak böyle bir şey.İyice çakırkeyif olmuşsun. Oynamayla zıplamayla zaten alakan yok, güzel müzikler çalan sempatik bir mekanda birkaç bira içip yazlık eve döneyim diyorsun. Eve döndüğünde evdeki duvarda bulunan eşantiyon saatin 3’ü geçtiğini görüyor, saate kızıyorsun. Erken kalkman lazım çünkü.
Saati sabah 7’ye kuruyorsun. Lağım çukuru gibi kokuyorsun,
ilk kalktığında etrafındakilerden de, senden de “günaydın” kelimesine benzeyen,
en azından “günaydın” denmek üzere yola çıkmış birkaç harf var, ama kiminin
ağzından bu harfler “aaııınııın”, kimininse “güaaainn” şeklinde çıkıyor. Gözüne
ilk çarpan havlumsuyu atıyorsun sırtına; baş havlusu mu, yüz havlusu mu, ayak
havlusu mu, farkında değilsin, umurunda da değil pek zaten. Dün geceki
arkadaşlarınla, tek kelime etmeden evden çıkıp, yaklaşık bir 300-400 metre
yürüyorsun. Havlumsunuzu bırakıyorsunuz müsait bir yere; o yerin kum veya taş
olması muhtemel. Rahat yürünsün ve kötü bir güneş yanığına kurban gitmesin diye
tasarlanmış, fakat ayaklarınızın çirkinliğini hesaba katmamış parmak arası
terliklerinizi bıraktıktan sonra atlıyorsunuz çarşaf gibi denize. O denize
sanki tarihte hiç kimse girmemiş de, açılışı siz yapmışsınız gibi (tabii bir de
hemen yanınızda kulaç atan 60’lı yaşlarında bir Alman çift var, gergin gergin
konuşuyorlar).
Birkaç kulaç ve dipten kum çıkarma hareketlerinden sonra
kendinize gelince, transfer haberlerini yorumluyorsunuz, kendinize tam
manasıyla gelmişsiniz yani. Zaten, eşek gibi içtikten sonra 4 saatlik uykuyla
kalkıp uzunca bir süre yürüdüyseniz, o denizi hak etmişsinizdir.
---
Bir yaz gecesi Giresun’daysanız, bira/rakı içerken gökyüzüne
bakmanın ayrı bir nedeni vardır, yarınki havayı merak ediyorsunuzdur. Ona göre
gideceksiniz çünkü denize. Ege’de Akdeniz’de istisnai olarak denize
giremezsiniz; Karadeniz’de istisnai olarak girersiniz. Giresun’a artık sadece
tatil için gidiyorsanız da, “inşallah hava iyi olur da denize girebiliriz”
dersiniz. Hava durumuna bakarak bavula deniz şortunu/mayoyu/bikiniyi koyarsınız
(bi’de mayokini diye bir şey çıkmıştı di mi). Tertemiz deniz için en az iki gün
üst üste havanın çok iyi olması lazımdır. O üçüncü gün de Türkiye’nin en iyi
suyuna girersin (tamam çok iddialı olmasın, en iyi sularından biri diyelim).
Tuzlu Akdeniz’den sonra Karadeniz’in suyunu bardağa koyup içesin gelir.
Giresun’da sahil yollarının ırzına geçilmeden önce sıra sıra
plajlar vardı. Şimdi tek tük… Yaman Plajı vardı örneğin, yoklama alınıyormuş
gibi her gün giderdik, hava güzel olsun olmasın. En kötü ihtimal, top oynardık
zaten orada. Okey filan oynardık. Hayatımda çifte gidip oyun bitirdiğim tek
yerdir Yaman Plajı.
Kumsalda futbol oynamak hayatta en keyif veren şeylerden.
Belki de Brezilyalıların futbolunu sevme ve sevdirme nedeni budur. Çoğu futbolu
kumsallarda öğrendiğinden, daha bir keyif alarak ve keyif vererek oynarlar. Üzerinizde
sadece deniz şortunuz olduğu ve yer de kumsal olduğu için çok rahat atlayıp
zıplarsınız, cengaver gibi atılırsınız topa. Bazen kum sizi yanıltır, ancak o
da ayrı bir keyif verir maçlara. Rakibe kayarak müdahaleler, kademeye girmeler,
adam eksiltmeler daha bir güzel ve anlamlı olur kumsalda.
Ama en keyifli tarafı, maçtan hemen sonra belki de maçta
bile atmadığın deparla denize girmektir. Yenen, yenilen herkes denize koşar.
Orada bir anda “galiptir, bu yolda mağlup” oluverir.
Futbolunu oynuyorsun, keyfini aldın, kumda koşmak yorucu
olduğu için daha da yoruldun; maç bittikten sonra artık denizin soğuk suyunu
hak ettin. Yensen de, yenilsen de…
---
Bu iki olayda denizi hak etmek tamam, ancak yine de kimseye
haksızlık etmeyelim, “her insan denizi hak eder” (güzel söz diye tırnak içine
aldım, yoksa alıntı değil). Ancak denizi hak edip de görebilenlerin yanında, denizi
göremeyenler de vardır ki Sabahattin Ali, "Sabahattin sana söylüyorum,
şiirimi okuyanlar siz anlayın" misali, “Görmesen bile denizi / yukarıya çevir gözü / deniz gibidir gökyüzü /
aldırma gönül aldırma” demiştir Sinop Cezaevi’ndeyken.Tabii burada gökyüzüne haksızlık etmeyelim; “deniz yok, gökyüzü ile idare et” demeyelim. Gökyüzü denizden daha büyüktür. Hem coğrafya bakımından, hem genel bakımından. Büyük şehirlerimizde denizi görmek büyük bir lüks olduğu gibi, gökyüzünü görmek de ülkemizdeki “inşaat ya resulullah” prensibinden dolayı iyice zorlaştı.
---
Denize girmek veya denizi görmek mutluluk vericiyse, deniz olmayı varın siz düşünün. Nazım Hikmet de buna işaret etmiş zaten:
“Denizin
üstünde ala bulut / yüzünde gümüş gemi / içinde sarı balık / dibinde mavi yosun
/
kıyıda bir çıplak adam / durmuş düşünür / bulut mu olsam gemi mi yoksa / yosun mu olsam balık mı yoksa / ne o ne o ne o / deniz olunmalı oğlum / bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla”…
---kıyıda bir çıplak adam / durmuş düşünür / bulut mu olsam gemi mi yoksa / yosun mu olsam balık mı yoksa / ne o ne o ne o / deniz olunmalı oğlum / bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla”…
Osuruktan bir ülkede yaşıyoruz ama,
neyse ki girilebilecek denizimiz var, neyse ki görülebilecek denizimiz var
diyebiliyoruz galiba; her şey bir tarafa, Sabahattin Ali’miz var, Nazım
Hikmet’imiz var diyebiliyoruz.
Bununla birlikte; Sabahattin Ali ve
Nazım Hikmet'i vatan haini belleyen, Sabahattin Ali'yi öldürten, Nazım Hikmet'i
kaçırtan devletimiz de var. “Uğruna ölmemiz gerektiğinin söylendiği” devlet...
Belki de denizi tek hak etmeyen o;
ama bu durumda da olan bize oluyor, o ayrı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder