Mevsim yazdı. Bunaltıcı sıcakların hakikaten
bunalttığı dönemlerdi. Ağustos böceklerinin söylediği ninniler haricinde gece
sessiz geçmiş; kimselerin olmadığı, şehirden uzak taş bir evde epeyce serin bir
sabaha uyanmıştım. Serinliği bu denli güzel kılan şey, serinliğin kendisi mi
yoksa sıcaklığın olmayışı mı diye düşündüm bir süre. Her şey tersi ile var bu
hayatta diye sonlandırdım düşüncelerimi, daha sonra bu konuda düşünmeye devam
edeceğimi bilmeden. Üzerimde ince bir battaniye ve akşamdan kalmanın verdiği
kırgınlık vardı. Gözkapaklarım olağan halinden daha şişkin, gözlerim mahmur,
bakışlarım donuktu. Uyanmıştım ama yataktan kalkmamıştım. Sineklikli ve demir
parmaklıklı pencereden giren ince rüzgar, altmışlardan kalma kırmızı ve mavi
çiçek desenli perdeyi düzensiz bir şekilde havalandırıyordu. Aksak ritmler ile
eşlik etmeye çalıştım perdeye ve rüzgara. Söylediğim türküler, şarkılar ve
mırıldandığım melodiler dışında duymamıştım günlerdir. Koyu yeşil bez
kaplamalı, cilalı ama yıpranmış ahşap koltukta yarı yatık duran bağlamaya
çarptı gözüm sonra. Sol el tırnaklarımın iç kısmındaki sızıyı hissettim,
bağlamanın perde aralarındaki parmak basılan kısımlardaki koyuluklara bakarken.
Parmak uçlarımın iç kısmı morarmıştı günlerdir bağlama çalıyor olmaktan. Bir
türkü mırıldanmak geldi içimden; uykudan uyanmış olmanın getirdiği çatallı
sesimin, doğru nota ile buluşamayacağının tedirginliği ile. Bu isteği dışa
yansıtmama, pencerenin önüne konmaya çalıştıklarını tahmin ettiğim birden fazla
sayıda serçenin ötüşmeleri engel oldu. Kanat çırpışlarındaki tedirginlik, benim
biraz önceki tedirginliğimden çok daha fazlaydı. Parmak uçlarımdaki sızı ve
vücudumdaki kırgınlığı unutup yataktan kalkmak için doğruldum. Bir gece önce
ağzını açık unuttuğum ekmek poşetine yöneldim. Bütün yorgunluk, ayaklarımın
altında toplanmıştı sanki. Her adımda topuklarımdan geri çekiliyormuş gibi
hissederek defalarca okuduğum kitapların, müzikçaların, turuncu kulaklığımın,
puromun ve iç kısmı koyulaşmış çay bardağının da olduğu masadan ekmek poşetini
aldım. Pencereye doğru giderken, Güneş henüz tam doğmamış olmamasına rağmen
kızıl ve lacivert tonların hakim olduğu yarı aydınlık olan havanın verdiği
huzuru çektim içime. Kuşlar alelacele havalandılar ben yaklaşırken. Sövdüm
içimden. Sesimi duymadım yine. Sinekliği çıkarıp, kuru ekmeği rüzgarın
uçuramayacağı boyutlarda ufaladım pencerenin önüne üzgün üzgün. Kimbilir nereye
uçmuşlardı. Oysa ekmek getirmiştim.
Gittim, çay koydum. Küçükken,
anneannemlerde kalırken, sabahları hep çay bardağı ile çay kaşığından çıkan o
karıştırma sesleriyle uyandığım için mi bilmem, o sesin verdiği huzur kadar
büyük bir huzur, uyandığında çayın hazır olması kadar büyük bir rahatlık yok diye
düşündüm. Çay demlenene kadar başında bekledim ocağın. Çocuk kaygısızlığıyla,
ailemizin onlarca şeye rağmen mutlu olduğunu düşünerek gülümsüyorumdur o
zamanlar büyük ihtimalle diye düşündüm. Büyüdükçe ne kadar çok şey bekliyoruz
hayattan, ne çok şey istiyoruz, ne doyumsuz insanlar oluyoruz diye düşündüm.
İçime çektim, yaprakların tazeliğini. “Bu işte!” dedim, içimden yine.
Demlendikten sonraki ilk bardağın keyfini, henüz yudumlamadan hissederek çayı
koydum. Karıştırdım. Bardaktaki şeker erimiş olmasına rağmen karıştırdım.
Çocukluğumdaki gibi olmasa da, gülümsedim, çocukluğumun ve ayrı kaldığım
insanların özlemiyle…
Ne kuşlar gelecekti, ne de çocukluğum…
Çay bardağındaki kaşığı çıkarmadım.
Yanağıma batacak olsa da, kullanıp atmak istemedim. Oturduğunda, insana bu
dünyada bir ağırlığının olduğunu hissettiren gıcırtılar çıkaran ahşap iskemleyi
alıp, manzarayı biraz daha yüksekten görebilmek için tek katlı evin damına
çıktım. Mavi boyalı brandadan yapılan gölgeliğin altına iskemleyi ve çaydanlığı
koydum. Geceyi burada geçirmiştim. Çok seviyordum geceyi, geceyi dinlemeyi,
gece olmayı. Geceyi sevdiren şey, karanlık mıydı, serinlik miydi, yalnızlık
mıydı, sessizlik miydi bilmiyorum. Yine aynı konuya takıldım sonra. Gündüz
müydü acaba geceyi sevdiren şey. Gündüzü sevmememe rağmen, gündüze ayrı bir
değer verdim o an. Sanki gündüz olmasa geceyi sevmezdim gibi geldi. Gecenin de
kendine has güzelliği ana etkendi belki; ama bir şeye karşı olumlu hissiyatın
oluşması, bir noktada başka bir şey ile kıyaslanmasına ve hatta tamamen başka
bir şeyin varlığına bağlıydı sanki. Metin Oktay geldi aklıma. Meşhur golünden
bahsederken, o golün denli büyük olmasını sağlayan şeyin, Fenerbahçe’nin
büyüklüğü olduğunu söylemişti Kral. Muhteşem bir tevazunun yanında, hakikaten
büyük bir gerçeklik vardı o sözde. Hayatta neye karşılık geldiğimi bulmaya
çalışırken, neyin zıttı olduğumu düşünmeye başlamıştım bir
taraftan da. Çayın harareti ve Güneş’in artık kendini hissettirir olması ile
gece olmaktan çıkıp gündüze katılmıştım farkında olmadan. Artık gündüz olmuştum,
gece olmayı bekleyecektim. Kendin olmak için, başka bir şey olmak gerekiyordu
çünkü diye düşündüm. Birçok şeyi reddetsem de, sevmesem de, kabullenmesem de,
hiç kendim olamadığımı düşünsem de kendimdim esasında her zaman gibi bir
düşünceye kapıldım. Hatta insanın kendiyle çelişmesi diye bir şeyin varlığını
tartıştım kendi içimde. Yaptıklarımın, hissettiklerimin, düşündüklerimin farklı
olması kendimle çeliştiğin anlamına gelmeyecekti belki bu yorumla. Kendimi
kandıracaktım belki, ama öyleydi. Bilmiyordum. Bir şey düşünmeden kafamı kaldırıp
bir puro daha yaktım. Sonra düşündüm. Ne düşündüğümü bilmeden, düşündüm…
Manzara artık tamamen aydınlıktı. Çarşaf
gibiydi namussuz. Shibumi’den cümleler geldi aklıma, ezberimde olmasalar da.
Üstünlüğü, basitliği, sessizliği, güzelliği ve tüm bunların perde arkasını
anlatan sözler. Kokusunu hissediyordum inceden, rüzgar estikçe. Rüzgar,
getirirken bir şey katıyor muydu acaba kendinden tüm bunlara bilmiyordum. Ayırt
edecek yetilerim yoktu. Gerçeğe ulaşamayacaktım asla. Rüzgarın, üzerinde
oluşturduğu dalgalanma ayrı bir güzellik katıyordu ona. Birbiri ardına boyun
eğiyordu sanki her bir zerre, “es bakalım sen, eyvallah..” der gibi bir kabul
edişle. Çıkardığı ses, huzur veriyordu. Gece olsa içimi ürpertirdi aynı ses
diye düşündüm. Korkardım büyük ihtimalle dedim, içimden. Bilemedim.
Hissiyatımın gerçekliğinden şüphe ettim. Şüphe ettiğimden bile şüphe ettim
hatta. Düşündüm, düşünmekten yorulana kadar düşündüm. Bilemedim. Bilemeyecektim
asla.
Kafa dinlemeye gelmiştim buraya. Bozkırın
ortasına. Kendiliğinden çıkan, tek tük, yabani, ağaç boyutunda çalılar vardı
büyük aralıklarla. Geri kalan kısımlar; sapsarı otlardan oluşuyordu, ne işe
yaradığı bilinmeyen sapsarı otlar. Hiçbir şey vaat etmiyordu bozkır. Masal
anlatmıyordu. Hani, şu tepeyi aşsan, arkası yeşillikler, ırmaklar falan
demiyordu. Duruyordu sadece. Olduğu gibi duruyordu. Hiçbir şey yapmazsan,
hiçbir şey olmuyordu. Duruyordu bozkır. İsteyen istediğini yapabiliyordu, ama o
hiçbir şey yapmadan duruyordu. Varlığı kendinden menkul bir hal ile, hiçbir
şeyin zıttı olmadan duruyordu. Öyle güçlü, öyle kendi gibi duruyordu ki;
duruşuyla meydan okuyordu adeta. Romantizmi, hayalciliği ters düz eden bir
gerçeklikle duruyordu bozkır. O durdukça ben de durdum. Hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şey hissetmeden durdum öylece. Bozkır oldum bir süre. Gidip bağlamayı getirdim. Puroyu ve çayı
tazeledim. Gözlerimi kapatıp, Neşet Ertaş'ı düşündüm. Bir bozlak havalandırdım yüreğimin bozkırından; ulaşır belki diye gökyüzüne, dağlara, denizlere...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder