fiko

Haftanın Konusu

Yeni konumuz "Hayır, hayır, hayır... Kime söylüyorum ki şarkıyı?'. Bu kez her şey çok basit: ya evet diyeceksiniz, ya hayır...

3 Ağustos 2015 Pazartesi

Geçse De Yolumuz Bozkırlardan...


     Mevsim yazdı. Bunaltıcı sıcakların hakikaten bunalttığı dönemlerdi. Ağustos böceklerinin söylediği ninniler haricinde gece sessiz geçmiş; kimselerin olmadığı, şehirden uzak taş bir evde epeyce serin bir sabaha uyanmıştım. Serinliği bu denli güzel kılan şey, serinliğin kendisi mi yoksa sıcaklığın olmayışı mı diye düşündüm bir süre. Her şey tersi ile var bu hayatta diye sonlandırdım düşüncelerimi, daha sonra bu konuda düşünmeye devam edeceğimi bilmeden. Üzerimde ince bir battaniye ve akşamdan kalmanın verdiği kırgınlık vardı. Gözkapaklarım olağan halinden daha şişkin, gözlerim mahmur, bakışlarım donuktu. Uyanmıştım ama yataktan kalkmamıştım. Sineklikli ve demir parmaklıklı pencereden giren ince rüzgar, altmışlardan kalma kırmızı ve mavi çiçek desenli perdeyi düzensiz bir şekilde havalandırıyordu. Aksak ritmler ile eşlik etmeye çalıştım perdeye ve rüzgara. Söylediğim türküler, şarkılar ve mırıldandığım melodiler dışında duymamıştım günlerdir. Koyu yeşil bez kaplamalı, cilalı ama yıpranmış ahşap koltukta yarı yatık duran bağlamaya çarptı gözüm sonra. Sol el tırnaklarımın iç kısmındaki sızıyı hissettim, bağlamanın perde aralarındaki parmak basılan kısımlardaki koyuluklara bakarken. Parmak uçlarımın iç kısmı morarmıştı günlerdir bağlama çalıyor olmaktan. Bir türkü mırıldanmak geldi içimden; uykudan uyanmış olmanın getirdiği çatallı sesimin, doğru nota ile buluşamayacağının tedirginliği ile. Bu isteği dışa yansıtmama, pencerenin önüne konmaya çalıştıklarını tahmin ettiğim birden fazla sayıda serçenin ötüşmeleri engel oldu. Kanat çırpışlarındaki tedirginlik, benim biraz önceki tedirginliğimden çok daha fazlaydı. Parmak uçlarımdaki sızı ve vücudumdaki kırgınlığı unutup yataktan kalkmak için doğruldum. Bir gece önce ağzını açık unuttuğum ekmek poşetine yöneldim. Bütün yorgunluk, ayaklarımın altında toplanmıştı sanki. Her adımda topuklarımdan geri çekiliyormuş gibi hissederek defalarca okuduğum kitapların, müzikçaların, turuncu kulaklığımın, puromun ve iç kısmı koyulaşmış çay bardağının da olduğu masadan ekmek poşetini aldım. Pencereye doğru giderken, Güneş henüz tam doğmamış olmamasına rağmen kızıl ve lacivert tonların hakim olduğu yarı aydınlık olan havanın verdiği huzuru çektim içime. Kuşlar alelacele havalandılar ben yaklaşırken. Sövdüm içimden. Sesimi duymadım yine. Sinekliği çıkarıp, kuru ekmeği rüzgarın uçuramayacağı boyutlarda ufaladım pencerenin önüne üzgün üzgün. Kimbilir nereye uçmuşlardı. Oysa ekmek getirmiştim.

     Gittim, çay koydum. Küçükken, anneannemlerde kalırken, sabahları hep çay bardağı ile çay kaşığından çıkan o karıştırma sesleriyle uyandığım için mi bilmem, o sesin verdiği huzur kadar büyük bir huzur, uyandığında çayın hazır olması kadar büyük bir rahatlık yok diye düşündüm. Çay demlenene kadar başında bekledim ocağın. Çocuk kaygısızlığıyla, ailemizin onlarca şeye rağmen mutlu olduğunu düşünerek gülümsüyorumdur o zamanlar büyük ihtimalle diye düşündüm. Büyüdükçe ne kadar çok şey bekliyoruz hayattan, ne çok şey istiyoruz, ne doyumsuz insanlar oluyoruz diye düşündüm. İçime çektim, yaprakların tazeliğini. “Bu işte!” dedim, içimden yine. Demlendikten sonraki ilk bardağın keyfini, henüz yudumlamadan hissederek çayı koydum. Karıştırdım. Bardaktaki şeker erimiş olmasına rağmen karıştırdım. Çocukluğumdaki gibi olmasa da, gülümsedim, çocukluğumun ve ayrı kaldığım insanların özlemiyle…

     Ne kuşlar gelecekti, ne de çocukluğum…

     Çay bardağındaki kaşığı çıkarmadım. Yanağıma batacak olsa da, kullanıp atmak istemedim. Oturduğunda, insana bu dünyada bir ağırlığının olduğunu hissettiren gıcırtılar çıkaran ahşap iskemleyi alıp, manzarayı biraz daha yüksekten görebilmek için tek katlı evin damına çıktım. Mavi boyalı brandadan yapılan gölgeliğin altına iskemleyi ve çaydanlığı koydum. Geceyi burada geçirmiştim. Çok seviyordum geceyi, geceyi dinlemeyi, gece olmayı. Geceyi sevdiren şey, karanlık mıydı, serinlik miydi, yalnızlık mıydı, sessizlik miydi bilmiyorum. Yine aynı konuya takıldım sonra. Gündüz müydü acaba geceyi sevdiren şey. Gündüzü sevmememe rağmen, gündüze ayrı bir değer verdim o an. Sanki gündüz olmasa geceyi sevmezdim gibi geldi. Gecenin de kendine has güzelliği ana etkendi belki; ama bir şeye karşı olumlu hissiyatın oluşması, bir noktada başka bir şey ile kıyaslanmasına ve hatta tamamen başka bir şeyin varlığına bağlıydı sanki. Metin Oktay geldi aklıma. Meşhur golünden bahsederken, o golün denli büyük olmasını sağlayan şeyin, Fenerbahçe’nin büyüklüğü olduğunu söylemişti Kral. Muhteşem bir tevazunun yanında, hakikaten büyük bir gerçeklik vardı o sözde. Hayatta neye karşılık geldiğimi bulmaya çalışırken, neyin zıttı olduğumu düşünmeye başlamıştım bir taraftan da. Çayın harareti ve Güneş’in artık kendini hissettirir olması ile gece olmaktan çıkıp gündüze katılmıştım farkında olmadan. Artık gündüz olmuştum, gece olmayı bekleyecektim. Kendin olmak için, başka bir şey olmak gerekiyordu çünkü diye düşündüm. Birçok şeyi reddetsem de, sevmesem de, kabullenmesem de, hiç kendim olamadığımı düşünsem de kendimdim esasında her zaman gibi bir düşünceye kapıldım. Hatta insanın kendiyle çelişmesi diye bir şeyin varlığını tartıştım kendi içimde. Yaptıklarımın, hissettiklerimin, düşündüklerimin farklı olması kendimle çeliştiğin anlamına gelmeyecekti belki bu yorumla. Kendimi kandıracaktım belki, ama öyleydi. Bilmiyordum. Bir şey düşünmeden kafamı kaldırıp bir puro daha yaktım. Sonra düşündüm. Ne düşündüğümü bilmeden, düşündüm…

     Manzara artık tamamen aydınlıktı. Çarşaf gibiydi namussuz. Shibumi’den cümleler geldi aklıma, ezberimde olmasalar da. Üstünlüğü, basitliği, sessizliği, güzelliği ve tüm bunların perde arkasını anlatan sözler. Kokusunu hissediyordum inceden, rüzgar estikçe. Rüzgar, getirirken bir şey katıyor muydu acaba kendinden tüm bunlara bilmiyordum. Ayırt edecek yetilerim yoktu. Gerçeğe ulaşamayacaktım asla. Rüzgarın, üzerinde oluşturduğu dalgalanma ayrı bir güzellik katıyordu ona. Birbiri ardına boyun eğiyordu sanki her bir zerre, “es bakalım sen, eyvallah..” der gibi bir kabul edişle. Çıkardığı ses, huzur veriyordu. Gece olsa içimi ürpertirdi aynı ses diye düşündüm. Korkardım büyük ihtimalle dedim, içimden. Bilemedim. Hissiyatımın gerçekliğinden şüphe ettim. Şüphe ettiğimden bile şüphe ettim hatta. Düşündüm, düşünmekten yorulana kadar düşündüm. Bilemedim. Bilemeyecektim asla.

     Kafa dinlemeye gelmiştim buraya. Bozkırın ortasına. Kendiliğinden çıkan, tek tük, yabani, ağaç boyutunda çalılar vardı büyük aralıklarla. Geri kalan kısımlar; sapsarı otlardan oluşuyordu, ne işe yaradığı bilinmeyen sapsarı otlar. Hiçbir şey vaat etmiyordu bozkır. Masal anlatmıyordu. Hani, şu tepeyi aşsan, arkası yeşillikler, ırmaklar falan demiyordu. Duruyordu sadece. Olduğu gibi duruyordu. Hiçbir şey yapmazsan, hiçbir şey olmuyordu. Duruyordu bozkır. İsteyen istediğini yapabiliyordu, ama o hiçbir şey yapmadan duruyordu. Varlığı kendinden menkul bir hal ile, hiçbir şeyin zıttı olmadan duruyordu. Öyle güçlü, öyle kendi gibi duruyordu ki; duruşuyla meydan okuyordu adeta. Romantizmi, hayalciliği ters düz eden bir gerçeklikle duruyordu bozkır. O durdukça ben de durdum. Hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şey hissetmeden durdum öylece. Bozkır oldum bir süre. Gidip bağlamayı getirdim. Puroyu ve çayı tazeledim. Gözlerimi kapatıp, Neşet Ertaş'ı düşündüm. Bir bozlak havalandırdım yüreğimin bozkırından; ulaşır belki diye gökyüzüne, dağlara, denizlere... 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder