2007 yılının yazında, bir aylığına
acı vatanın tatlı şehrindeyim, şu mızıkacıları ile ünlü olan şehirde. Dünyanın
dört bir yanından gelen Almanca sevdalılarıyla birlikte Bremen Üniversitesi Kampüsü
içinde ders veren Goethe Enstitüsü’nün Almanca kursuna katılıyor, Bremen şehir
merkezindeki evlerde diğer kurs öğrencileriyle birlikte kalıyoruz.
Yukarıda gördüğünüz fotoğrafta yer
alan dört kişiden üçü ev arkadaşım (dördüncü şahıs naçizane ben oluyorum). Oda
arkadaşım, fotoğrafın en sağındaki Polonyalı Piotrek. Diğer odada ise Rus
Mikhail’le (en soldaki) ABD’li Tim (soldan ikinci) kalıyor. Sıcak ve soğuk
savaş bitmiş anlayacağınız. Bu ikili kafası kıyak gezen nesilden, oda arkadaşım
Piotrek de içiyor, ancak biz aramızda İngilizce konuştuğumuz için bizim ekibimizle
nadiren dışarı çıkıyor. Bizden daha iyi Almanca bilen Piotr, Almancasını daha
da iyi yapabilmek için sınıf arkadaşlarıyla takılmayı tercih ediyor, aramızdaki
en mantıklı çocuk o anlayacağınız. Arada benim öğrettiğim Türkçe küfürleri
kullanıp, verdiğim tespih ve Türk bayrağı ile fotoğraf çektirip Fenerbahçe
marşları söyleyecek kadar da seviyor beni. Ben de onu seviyorum tabii.
İki oda bir mutfaklı bir evde,
Sielwall durağına 2 dakika yürüme mesafesinde kalıyoruz. Temel yabancı dili İngilizce
olanların “saylvool” diye okuduğu, ancak Almanca “zilvâl” diye okunan bu durağa
sabahları beraber gidiyor, kurs bitiminde eve beraber dönüyoruz.
Dört kafadar olarak, bir gün
kurstan eve döndüğümüzde hemen apartman girişindeki dairemizin kapısını bir
türlü açamıyoruz. Herkes kendi anahtarını deniyor, tık yok. Evin sahibi Alman
abimiz için “yoksa?” diyoruz, apartmana tersten bakıp balkonumuzu kesiyoruz, ev
boşaltılmış mı diye. Gördüğümüz kadarıyla eşyamız duruyor.
Acıkıyoruz bir ara, evin
yakınlarından hamburger alıp apartman kapısının önünde yiyoruz, kafamızda soru
işaretleri, arada kapıyı denemeye devam ediyoruz. Çaresize yakınız, o sırada apartmana
giren, üst katımızda oturduğu anlaşılan ve Alman olduğu her hal ve hücresinden anlaşılan
bir ağabeye İngilizce “çok uğraştık ama kapıyı açamadık, siz de bir deneyebilir
misiniz?” diyoruz. Adam çok sert bir şekilde “no” diyor. Öyle soğuk bir no ki
bu, kaskatı kesiliyoruz. Evine girdiğinden emin olunca herkes kendi dilinde
adama küfrediyor. Dil ve vicdan özgürlüğümüzü sonuna kadar kullanıyoruz. Adam
Tim’in “fuck you”sunu duyuyorsa anlıyor gerçi. Hatta Türk komşularından
etkilenmişse benim söylediğim “göt oğlanı” tabirine de yabancı olmayabilir.
Sonuçta adam bize yardımcı olmuyor.
Ben bir ara, tramvay durağının karşısındaki Türk internet kafesine gidip Bremen
tecrübesi boyunca ahbap olduğum adama danışıyorum, ne yapalım diye. “Kapıyı hiç
mi açamıyorsunuz” diyor, birkaç akıl veriyor. Kapıyı denemeye devam ediyoruz. Baktık
olmayacak, evin alışverişlerini yapalım bari diyoruz; kağıt havlular, sular,
biralar, çerezler alıyoruz. Eve giremiyoruz, ama evin alışverişini yapmaktan da
geri durmuyoruz. Çilemiz bir saatten fazla sürüyor. Artık evin sahibini
arayacak, “sen ne ayaksın lan?” diyeceğiz. Derken ben “Durun, kapının altına
halı sıkışmış olabilir” diyorum. Kapının altına halı sıkıştığında kapının zor
açılması durumlarına o dönem şahit olmuşum demek ki. Aldığımız kağıt havlulardan
birkaçını elime sarıp bundan güç alarak son bir kez deniyorum kapıyı. Çocukluğumda
yaptığım gibi “ayı gücüüüüü” diye bağırarak anahtarı çeviriyorum; tak, açılıyor
kapı. Deparla giriyoruz eve, peşine birkaç saniye arayla “hayırına soktuğum”
diye üst kat komşusuna sövüyoruz, “farklı dillerde”.
* * *
O yaz Türkiye Süper Kupa maçı
Köln’de oynanacak. Takımlar Fenerbahçe ve Beşiktaş. Atlıyorum trene, gidiyorum
maça. Fenerbahçe o sene şampiyon olmuş, kadroya Roberto Carlos da katılmış,
Carlos’un Fener formasıyla ilk resmi maçı. Rüştü de Beşiktaş formasıyla
Fenerbahçe’ye karşı ilk kez oynuyor. Tribünlerdeki Fenerbahçeliler Rüştü’yü
tribüne çağırıp alkışlıyor maçtan önce. Maçı daha da güzelleştirmek için bira
almaya gidiyorum. Hemen biradan bir yudum alıyorum, yalnız tadı bir garip,
alkolsüzmüş. Halbuki benim amacım maçı güzelleştirmek, böbrek taşı düşürmek
değil, alkollü istiyorum diyorum, Türk bir görevliye “abi birayı alkollü verir
misin” diyorum, görevli abi sert bir “hayır” diyor. Acı vatan, acı
vatandaşlarına ve bana alkolsüz bira veriyor. Fenerbahçe maçı 2-1 alıp kupayı
kaldırıyor. Mutlu mesut o gece dönüyorum Bremen’e.
Bundan 13 gün sonra Bundesliga’da, yani
Alman 1. Futbol Ligi’nde Werder Bremen - Bayern Münih maçı oynanacak. Biletler
çoktan kapışılmış, kombine biletlerden de kaynaklı olarak bilet bulmamız çok
zor. Ama Tim, bir internet sitesinden kovalıyor maç biletini, erken davranıp bilet
alan bir Alman kızdan, normalde 13 Euro olan kale arkası biletini 50’şer Euro’ya
ben, Piotr ve Tim alıyoruz. Mikhail futbola ilgisiz, biz ise son derece
istekliyiz. “%100 Werder” tişörtlerimizle ve uydurduğumuz tezahüratlarla tramvaya
biniyor, çok kısa sürede ulaşıyoruz stada. Vagonlarda Bayern Münihlilerle
Werder Bremenliler tatlı tatlı atışıyor. Stat çevresinde iki takım taraftarı
birlikte arıyor maçı izleyeceği blokları. Bremen’de Bayern’e, albümlerinde
Bayern aleyhine şarkılar bestelenecek kadar derin nefret beslenmesine rağmen…
Werder’de Mertesacker, eski Fenerli
Diego, eski Beşiktaşlı Hugo Almeida varken; Bayern’de kalede efsane Oliver
Kahn, savunmada Lucio, orta sahada Schweinsteiger, Ribery var, ileride de
Miroslav Klose ve Luca Toni. Maçın hakemi de Markus Merk.
Klose, Werder Bremen’den gittikten
sonra Bayern formasıyla Bremen’e karşı ilk maçını oynuyor, o maçın Rüştü’sü de
o. Maç boyunca ıslıklanıyor Klose. Bu arada Bayern Münih’te bizim Hamit de var.
Hatta maç sırasında bir ara Werderli bir taraftar top ondayken “Scheiss Türke”
şeklinde ırkçı söylemde bulunuyor ve yanımdaki Piotr ve Tim’in yüzü tam o
esnada bana dönüyor. Gidip bira alıyoruz, “alkollü”. Biramızı keyifle içip maçı
seyretmeye devam ediyoruz. Bayern, Werder’i 4-0 yeniyor, gollerden birini de
Hamit atıyor. Werder’le göbek bağımız yok, çok da üzülmüyor, mutlu mesut
evimize dönüyoruz, ama benim aklımda 13 gün evvelki o alkolsüz bira. Bira
satıcısı aklıma geliyor, “hayırına soktuğum” diyorum, “Türkçe”.
* * *
Kurs bitiminde Tim’le 2-3 günlüğüne
Berlin’e gidiyoruz. Tim’in tipi zaten Türk gibi, oradaki Türk restoranlarına
girdiğimizde ilk bana değil, ona “buyur kardeşim” deniliyor, yabancılık
çekmiyor Tim. Duraklardan aldığımız tramvay biletleriyle şehri güzel güzel
geziyoruz. Artık son gün, son tramvay yolculuğu, yanımızda madeni para yok, “Bremen’de
bir ayda, Berlin’de iki günde hiç sormadılar bilet, şimdi de sormazlar, gidip
oturalım tramvaya” diyor Tim. Tim’in dışı değil, içi de Türkleşiyor anlayacağınız.
İneceğimiz durağa birkaç durak
kalmışken vagona Amerikan futbolcu tişörtlü bir “polizei” geliyor. Gerçekten polizei,
kartı filan var, “biletleri görelim” diyor. Bizim için “Achtung” çanları, “we
are fucked” diyor Tim, “I agree” diyorum. Adam bize biletleri soruyor, o sırada
ana dilim İngilizce oluyor bir anda, TOFEL, IELTS hepsini veriyorum. Takır
takır anlatıyorum derdimizi; biz bir ay Bremen’de kaldık da, amacımız “Deutsch
lernen” de, bu da öğrenci kartımız da, orada trenin içinden bilet alabiliyorduk
da, burada da o sistem var sandık da, burada yokmuş da, inişte alacaktık da, ne
yapalım da, Tim sen de bir şeyler söylesene de…
Tim “arkadaşımın beyanlarına aynen katılıyorum”
diyor, “sorun biletse, biletimizi alırız abi sorun yok” diyoruz; polizei çok sert
bir “nein” diyor, ciddi bir para cezası uyguluyor bize. Adam başı, yanılmıyorsam
65-70 Euro para veriyor, trenden çıkarılıyoruz. “Şimdi gidin şu makineden bilet
alın” diyor polizei. Paşa paşa alıyoruz. O dönem Euro o kadar da pahalı değil
gerçi, henüz Türkiye üzerinde o kadar büyük oyunlar oynanmıyor, üçüncü
havaalanı inşaatına başlamamışız.
Ama yine de öğrenciyiz, ciddi maddi
kayba uğruyoruz. Gideceğimiz yere vardıktan sonra da, “hayırına soktuğum” diye
polizei abiye sövüyoruz, “İngilizce”.
Birkaç gün sonra Hamburg üzerinden
Türkiye’ye dönüyorum. Aklımda; biri para, biri bira, biri zaman (ve kağıt havlu)
kaybına uğratan hayırlar.
* * *