Dosdoğru
gitmeye programlandık hepimiz, biraz bodoslama. Sağın ve solun değeri, bir tek
ileriye doğru adım atacağımız zaman önem kazandı. Trafik ışıklarında karşıdan
karşıya geçer gibi bekledik bir ömür. Bazen sola, bazen sağa, belki bir şans
daha ittifak yapmış sola baktık. Sadece baktık. İlgilenmedik. Maksat ezilmemek
ve yol almaktı. Başkasından bize neydi. Kendimi bildim bileli herkesi bir Mario
karakteri olarak görüyordum. Bir tuşa basalı, sona doğru yol alan... Nihai bir
hedef koydular bize. Mutlu olmak, başarılı olmak, zengin olmak... Hepsi aynı
kapıya çıkıyordu: bölüm sonundaki prensesi kurtarmak. Bir bakıma ölümsüzlüğün
göstergesiydi bu, ölmemek demekti. O prensese giden yolda börtü böcek,
kaplumbağa, deniz anası, kanalizasyon delikleri, bayrakları yukarıdan yakalayıp
puan kazanma, yer altı, su altı, gökyüzü etapları, mantar yeyip büyüme, çiçek
toplayıp ateş etme, altın toplayıp can alma gibi tecrübelerimiz oldu. Oyunu
bitirdik sandık, yanlış prenses dediler. Ne doğruydu ki bu hayatta? Şüphesiz,
en önemlisi can kazanmaktı. En önemlisi hayatta kalmaktı. Ölüp de geri dönmek
vardı oyunda, ama hayatta yoktu. Bize oyun oynuyorlardı, biz oyun oynadığımızı
düşünürken.
Kaç kez tuşumuz basılı kaldı, kol değiştirdik.
Arkadaşlarımız gibi, eşyalarımız gibi... Varmak istediğimiz yolda, işimize
yaramayacağını düşündüğümüz her şeyi atıp yenisi, iyisini aldık. Prensese
odaklandık çünkü. Ölümü yadsımak, mülk edinmeye ve ebediyen varolacakmışcasına
yaşamaya itti bizi. Kimse bizi ulaşmak istediğimiz yoldan alıkoyamazdı. İlk
bölüm kolaydı. Hayatımızda uzun yıllar vardı daha. Birkaç altın topladık.
Emekliyorken bölüm sonuna doğru bir mantar kapıp büyüdüğümüzü gördük.
Yürüyüşümüz, zıplayışımız değişti. Tuğlaları kafamızla kırabiliyorduk artık.
İstediğimize yumruk atıyor, istediğimizi dövebileceğimizi sanıyorduk.
Gözle görülmeyen yerlerde bazı kolaylıklar içeriyordu oyun.
Gizli yerde duran mantar, boşluğa zıplayıp can kazanma. Bana göre düpedüz
hileydi yaptığımız. Çalarak, rüşvet yiyerek zengin olmak ve istediklerini
yapabilmek kolay yoldu hayatta. İşin ibneliğini bilmek, hak yemek, güçlünün
yanında yer almak, ölmemek için öldürmek, önceden duymak, istihbarat beslemek
ne yazık ki sadece sanal dünyada avantaj değildi.
Kanalizasyon borusuna daldık bazen. Burası bir altın
madeninden farksızdı. Tüm bölüm dümdüz gitsek bu kadarını toplamamız
olanaksızdı. Yeraltı dünyası her zaman pisti ama getirisi çok fazlaydı.
Karanlık işler, risk ile beraber yüksek kazanım demekti. Hele de o girdiğimiz
kanalizasyon borusunun ucunda girip çıkan zakkumlar ve piranha bitkileri yok
muydu... İşte, yerlatında her zaman kurşuna açık bireysin demek istiyordu
birileri bize.
Fena gitmiyorduk. Bir iki bölüm sonra kasayı 100 altına
tamamlayıp fazladan bir can kazandık. Bu, bizim için hata yapma şansı anlamına
geliyordu. Paranın küstahlığıydı başka bir deyişle. Para kazanan için en önemli
şey her zaman sağlıklı ve güvenli kalabilmek demekti, yani ölmemek. Para varsa en
iyi doktora giderdik, para varsa orospunun temizini bulurduk, para varsa
güvenlikli sitede otururduk, para varsa zırhlı arabaya binerdik, para varsa
kendimize koruma bile tutardık. Para, can kazanmaktan farksızdı aslında. Oyunu,
hayatı iyi bilenler yapmıştı.
Bazı bölüm sonları her zamankinden daha tehlikeli
canavarlar çıkardı karşımıza. Tek hamlede ölmeyen, çok dikkat edilmesi gereken.
Polise benzer; biber gazı sıkan, job vuran, plastik mermi atan. Askere benzer;
darbe yapan, rütbeyle korkutan. Yaşadığımız dünyada birey olmak kolay değildi.
Devlet bir ejderha gibiydi, seni her an öldürebilirdi. Dikkat etmek gerekti.
Önlem almak gerekti. Her şeyi düzgün yaparsak ancak yenebiliyorduk o bölümlerin
sonundaki canavarları. Alt edebiliyorduk karşımızdakini; devlet de, polis de,
asker de bizden akıllı değildi çünkü. Biz güçlendiriyorduk onları; seçerek,
susarak, hamle yapmayarak. Bu canavarları geçtikten sonra, oldu, başardık
sanıyorduk. Bir de bakıyorduk ki, yanlış prenses. Olsun diyordu ailelerimiz,
daha ilk bölümler bunlar, yaşınız genç, daha çok sevgiliniz olur. Yaşımız
gençti de madem neden bu kadar çok çocuk ölüyordu bu ülkede, ölmek için de genç
değil miydik diye karşılık veriyorduk hemen.
Bölümü bitirmeden sarmaşıkla başka dünyalara da adım
atardık. Bir sigara yakar hayallere dalardık. Aşık olur uzaya çıkardık. 4'ün
2'sinden, 8'lere çıkan sarmaşıklara tırmandık. Bir tercih meselesiydi adeta.
İster sağlamcı olur ilerlerdik, ister merak eder bitkiden giderdik. Bize
kalmıştı. ÖSS sonucu puanı almıştık ve daha çocuk olarak gördükleri bizden
karşımıza ne çıkacağını bilmediğimiz bir meslek seçmemizi istiyorlardı. Doktor
olursak prenses kolaylaşırdı kesin. Sıfat önemliydi insanlar için. Öğretmensen
belki. İşçiysen kesin yanlış prenses diyordu sanal beyin. İşçiysen oyunun
sonunu da zor görürdün zaten. İşçilerin kaderi ölmekti genelde. Hangisinden
devam edeceğini bilmeyen Mario'nun da işi ne zordu. Bildiğimizden mi
gitmeliydi, başkasına mı sapmalıydı. Prenses nasıl daha kolaydı?
Bayrakları yukarıdan yakalayarak kalelere giriş yapardık.
Sömürgeciliğin doğası böyleydi. Bir bayrak inerdi, bir bayrak yükselirdi.
Genişlemek ve hayatta kalmak istiyorsan o bayrak inecekti.
Mario'nun sağa gitmesi, ekranın ilerlemesi demekti. Geriye
dönüş yoktu. Geçmiş, artık sadece hakkında konuştuğumuz bir kavram olarak
kalırdı. Zamanı geriye sarmak ne yazık ki hiçbir yerde mümkün değildi. Ölen,
öldüğü ile kalıyordu. Can, bir kez gitti mi, geriye gelmiyordu. Hasta olduğun
için değil, hayatta olduğun için öleceksin demişlerdi. Çok şey diyorlardı fakat
dinlemiyorlardı. Bir canım vardı. Bir de kardeşim. İsmi Can. Mario'nunki ise
Luigi. Her şey oyundaki gibiyken bize sadece bir tek can verilmesi adil
kaçmıyordu. Bir tek can verilmişken her an ölümle yüz yüze olmamız ise düpedüz
haksızlıktı. Dünya kocaman bir oyun konsoluydu. Türkiye o konsoldaki Mario
oyunu. Bizler de Mario. Prenses umurumuzda değildi. Hem biz ne zaman
muslukçuyken prens olmuştuk ki?