fiko

Haftanın Konusu

Yeni konumuz "Hayır, hayır, hayır... Kime söylüyorum ki şarkıyı?'. Bu kez her şey çok basit: ya evet diyeceksiniz, ya hayır...

5 Ekim 2016 Çarşamba

Geçenlerde Yine Yalan Olmuşuz...

"Ne çok yalan söyleniyordu yeryüzünde; sözle, yazıyla, resimle ya da susarak..." 
                                                                                                                Anayurt Oteli, Yusuf Atılgan

----

16 Mayıs 1988 tarihinde doğmuşum. Gece doğduğum için, babam sabah nüfus müdürlüğüne gittiğinde, dün doğdu demiş. 15 Mayıs 1988 yazmışlar onlar da nüfus cüzdanına doğum tarihini. Sonra büyümüşüm yavaştan. 6 aylıkken falan yürümüşüm. 8 aylıkken de konuşmaya başlamışım. İlkokul çağlarına gelmeden okumaya ve yazmaya falan da başlamışım. Her ne kadar hatırlasam da okuyup yazdığım şeyleri, yine bilinçli olmadığım için –miş’li geçmiş zaman kullanmak istedim. Sonrasında bu yüzden ilkokul birinci sınıfta sadece iki ay kadar okudum. Sınava aldılar. Sınavın ne olduğunu bilmeden hem de. Testin ne olduğunu anlattılar. “Soruyu okuyacaksın, sorulan şeyin cevabı aşağıdaki iki seçenekten hangisinde ise, o seçeneği daire içine alacaksın.” dediler. Hayatım boyunca bütün test sorularında daire içine aldım, sorunun bana göre cevabı olan seçeneği. Hiçbir zaman seçeneğin üzerini çizmedim. Bazı insanlar sol üstten sağ aşağıya doğru bir eğimle çizerlerdi, bazıları da sağ üstten sol aşağıya doğru bir eğimle çizerlerdi. Ben hep daire içine aldım. Farkındaysanız –di’li geçmiş zamanla kullanmaya başladım cümlelerde. O zamanlarda bilinçlendiğimi zannediyor olmam ne acı diye düşündüm şimdi de. Şu an bilinçli olduğumu düşünerek daha da acı bir durum içerisinde olduğumun da farkındayım bir taraftan. Neyse. Sınavda bir soruyu yanlış cevaplamışım. Evden çıkan kişiye Allahaısmarladık denirmiş. Ben bu lafın böyle yazıldığını bilmiyordum. Yaşadığım yerde “allığısmalladık” derlerdi çünkü hep. Güle güle’yi işaretlemişim. Üçüncü sınıfa alabiliriz demişler öğretmenler. Daha çocuk 6 yaşında, ezilir demiş bizimkiler de. İkinci sınıftan devam etmişim o yüzden. Bu yüzden fiş defterim olmadı benim. Okuma bayramım da olmadı. Kurdelem de olmadı. Ama ilerleyen sınıflarda defterdeki yıldızları yarıştırdım. Matematik sorusunu en hızlı ve doğru çözen kişiler alırdı o yıldızı. Okuma yarışmaları da oldu. Müzikle olan alaka ve kimilerine göre yetenekten, konserler, televizyon programları falan yaptım. Satranç turnuvalarında ilçede ikincilik, ilde üçüncülük kazandım. Kompozisyon yarışmasında ilde ikinci oldum. Gerçi bunu pek hak ettiğimi söyleyemem. Annem edebiyat öğretmeniydi çünkü, epey katkısı olmuştu kompozisyonda. Hatta bence ben yazmamıştım bile. O yok sen yazdın dese de... Futbol kulüplerinde oynadım bir taraftan. Bisiklet turunda da sekizinci mi ne olmuştum ilde. Ama bronz madalya vermişlerdi. Sanırım katılım madalyası gibi bir şeydi esasen. Ama herkese de vermemişlerdi. Süre sınırı mı koydular nedir bilmiyorum. Anadolu lisesini kazandım sonra. Tam hesapladığım sayıda netim vardı. O ara aşık oldum. Lisedeki birkaç öğretmen dışında, kendi alanlarında öğrencilerden daha iyi olan öğretmen yoktu. . Lise bitti. Sonra üniversiteyi kazandım. ÖSS’de de tam hesapladığım sayıda netim vardı. Hukuk okudum, bir özel üniversitede. Ama burslu demedim hiç. Ama bursluydum. Böyle çelişkilere bayılırım. O zaman da aşık olur gibi oldum. Ama olmadım. Diyorum ya, bayılırım çelişkilere. Çok şey öğrendim üniversite döneminde. Çok sevdim hukuku. Sistemi severdim. Sisteme dahil olmayı hiç sevmezdim. Hala da öyle. Yüksek lisans programına girdim. Avukatlık stajını tamamladım. O ara yine bi’ aşık oldum. Boş zamanlarımda aşık olmayı severim çünkü. Sonra üniversitede asistan oldum. İnsanlar tanıdım. İnsan olmayan. O zamanlara kadar hep iyi insanlarla iletişim halindeydim. Etrafımda hiç kötü insan olmamıştı. Hakemli dergide editörlük ve yazı işleri müdürlüğü yaptım. Bakanlıkların eğitimlerinde eğitmenlik yaptım. Projeler yazdım. Çok faydalı bir dönemdi yine. Öğreniyordum. Üstüne bir de öğretiyordum. En azından bunu yapmaya çalışıyordum. Bu arada boş durmadım, aşık oldum tabii. Yüksek lisans tezimi yazdım, yüksek lisans bitti. Akademisyenliğe küstüm. İğrendim sistemden. İnsanlardan iğrendim. Doktoraya girdim sonra. Kötü insanlar üniversiteden kovdular beni. Tazminat aldım. Dava açsam daha da fazla tazminat alırdım. Açmadım. Müzik korolarında yer aldım. Avukatlık yaptım bir taraftan. Hala da yapıyorum. Ömür boyu yaşamak istediğim şehire yeniden dönmüşken, ayrılmak durumunda kaldım. Bağlama çalıyorum arada. Patronluk taslıyorum bir yandan da milyon dolarlık bir şirkette. Kitap okuyorum falan. Halı saha maçları, konserler falan da oluyor. Öyle gidiyor işte. Hayatımız yalan amk. Gelmiş okuyorsunuz bi' de.. 

----

"Yorumlar, nedenler önemsizdi; kesin değildi. Önemli olan insanın edimleriydi. Değişmez tek bir kesinlik vardı insan için. Ölüm."
                                                                                                                Anayurt Oteli, Yusuf Atılgan

----

Okuduğunuza değsin bari. Buyurun:


En Hakiki Gerçekti Yalan

İlk yalanı günahsız olan attı. Annem, beni leyleklerin getirdiğini söyledi. Leylekleri biraz daha izlesem memur değil, ornitolog olacaktım. Sonraları leyleklerin sarmaş dolaş hallerini gördüm. Çok geçmeden de gerçeği anladım. Aslında annem, farkında olmadan, beni gerçeği anlamama sevk etmişti.

Henüz dört yaşındaydım ki, beraber oyun oynadığım arkadaşım elimdeki 1 lirayı çok aç olduğunu söyleyerek istedi. Marketten aldıklarını yedikten sonra tok karnına maç yaptık.Yaptığım müdahale sonucu yere düştüğü sırada cebinden 5 lira fırladı. Yıllar oldu, para lafı geçtiğinde hala daha suratıma bakamaz. 

İlk okula başladığımda hayattaki en önemli şeyin okumak ve öğrenmek olduğunu söyledi öğretmenimiz. Öğrenmeye olan alışkanlığım yüzünden az önce Einstein'ın terapistini okudum. Öğrenmeye çok ilgili olanların mutlu olmalarının zor olduğunu söylemiş zamanında. Sonuç olarak, ya öğretmenim ya da terapist fena halde yanılıyor. Yani yalan söylüyor. Yalan atmanın yeni versiyonu yanılmak...

İlerleyen dönemlerde sevgiye dair hislerim kabardı. Gidip beğendim kıza bunu direkt olarak söyledim. Karşılık olarak, 'ben de seni..' dedi. Meğer cümleyi üç nokta halinde bırakması, benim kafamda tamamladığım şekilde değilmiş. Bunu, ertesi gün başkası ile el ele görünce fark edebildim. 

Orta okul yıllarımda hasta olduğum için birtakım dersleri kaçırmış ve dolayısı ile ismini dahi hatırlamadığım bir sınav için yeterli derecede hazırlanamamıştım. Arkadaşımdan çalışma notu istediğimde ise kendisinde de olmadığını söylemişti. O sınavdan 100 aldı, sonrasında da notları parayla sattığı ortaya çıktı. Her şeyin bir fiyatı vardı. Ve alıcısı ile satısıcı...

Lise zamanları Fenerbahçe'nin neredeyse her maçını izliyor, takıma kendimce destek veriyordum. Aziz Yıldırım sürekli olarak şampiyonluk sözü veriyordu. Hem de her sene... İnanıyorduk. Maalesef ki başkanın yaptığı hesap, bugün geldiğimiz noktada pek tutmadı.

Oy verecek yaşa geldiğimde azınlığı düşünen, haksızlığa uğrayanların yanında olacağını söyleyen partiye oy verdim. Meğer onların da samimiyeti oyu alana kadarmış. Vaat ettiklerinin hiçbirini yapmadıkları gibi, vaat ettiklerinin tam tersini yaptılar. 

Üniversiteye girdiğimiz sırada bütün bölümü toplayıp geleceğimizin çok parlak olduğundan bahsettiler. Belli ki bilgili kişilerdi. Şu an o akademisyenlerin birçoğu imzaladıkları bildiri sebebi ile mesleklerini yapamama korkusu yaşıyor. Gelecek sanıldığı gibi pek de parlak değilmiş. Ayrıca, mezun olanların da hayatlarından çok memnun olduğunu söyleyemem.

İş ortamında veya sokakta rastlaşıp 'umarım senin için en iyisi olur' diyen insanların birçoğu gıyabımda yaşantımı hedef alarak türlü söylemlerde bulunuyor. Duyduklarım çoğu zaman hiç hoşuma gitmiyor. Neden böyle yapıyorsunuz dediğimde ise, biz öyle bir şey demedik diyorlar.

Çok da uzak olmayan bir zaman sonra 30 yaşına basacağım. Neredeyse her kesimden her çeşit yalana şahit oldum. Şahit olduklarım yalanın nasıl atılacağı konusunda beni epey bir ustalaştırdı. Bugünlerde, tıpkı diğer insanlar gibi en büyük yalanları hep kendime atıyorum. Etrafa attığım yalanlara rağmen vicdanımı rahatlatıp, kendime, kendimin iyi insan olduğu öğüdünü veriyorum mesela. Büyük bir hünerle yediriyorum. Bir süre sonra yine yalan atıyorum ve bu hesaplaşma yeniden başlıyor. Dikkat ettiyseniz, yalan atıyor olmamı bile bu yaşıma kadar maruz kaldığım yalanlara bağladım. Söylediklerimle karşıdakinin hayatına etki edecek şiddette bir yalan attığımı düşünmüyorum ama, gerçekten öyle mi, bilmiyorum. Ne doğru bilmiyorum. Ne yalan, çok iyi biliyorum. Kendilerine yalan atmayan insanların mutsuzluğunu görüyorum. Mutlu gözükenlerin, hala daha yalan attıklarını kendilerine itiraf edecek güçte olmadığı biliyorum. Dünyanın yalan olduğunu biliyorum. Hayatların da... Fakat gerçekle kurulmuş ilişkilerin ve bu ilişkileri yaşayan insanların hayatlarının yalanlardan en uzakta olduğunu da biliyorum.


Biramı bitirip şişeyi kaldırım kenarına koyuyorum. Hızla koşan çocuğu kolundan tutup, çeviriyorum. Tıpkı, Çavdar Tarlasındaki Çocuklar kitabındaki gibi. Bak evlat diyorum, bana iyi bak. Dinlemene gerek yok, sadece bak: "Yalandan uzak kalma, ama gerçeğin de dibinden ayrılma. Bir şey iyi olmayabilir, ama hiç değilse kötü olmasın".


Kay Yengemiz ve Biz


Dünya sinemasının en iyi filmlerinden The Godfather’ın –ki kitabının bazı bölümlerinde ağlayanlar var, isim vermek istemiyorum- sonu da “en güzel film sonu” olabilir. “Baba Odası”nın kapısının kapanması ile biten sahne öncesi Michael Corleone ile Kay Yengemiz tartışırlar. Michael Corleone bir yalan söyler, mesele kapanır.

Michael Ağabeyimizin yalanı sonrası Kay Yengemizin yüzündeki ifadeyi hatırlıyor musunuz? Hatırlamanıza yardımcı olmanız açısından bu ifadeyi ve Michael Corleone’nin ense tıraşını yazının fotoğrafı seçtik (Belki bu hatırlamanıza yardımcı olur). Kay Yengemizin mutlu, gururlu, huzurlu ve hafif gözü yaşlı o ifadesine sebep olan şey bir yalandır.

Burada tabii Kay Yengemizin iyi niyeti ile sarsılmaz sevgisinin bir payı olduğunu söylemek gerekir. Çünkü çoğu şey nereden baktığına bağlı. İstersen doğru söyle karşındaki önyargı, kötü niyet veya mallık inanmaz; istersen yalan söyle karşındaki iyi niyet ve saflık inanır.

Ancak bazı kesimin özellikle “sözel” mesleklerde yalan dolan seviciliği ayrıdır. Bu da ayrı bir mutlu olma formülüdür herhalde. Siyasetçisini, hukukçusunu, işletmecisini bir düşünelim. “İyi siyasetçi”, “tuttuğunu koparan avukat”, “ünlü işletmeci” olarak nitelendirdiklerimize bir bakalım. “Avukatla toplantı yaptık işimizi çok sıkı takip edecekmiş, kesin çözecekmiş işi, cevval de bir avukat zaten. Yalnız tabii biraz para vermemiz lazım adama” cümlelerinde mevzubahis avukatla görüşen müvekkil adayı mutludur, umutludur.

“Biz kimsenin hakkını yemeyiz, halkı kandırmaz, dolandırmayız. Gök Tanrı şahidimiz olsun ki, dünyanın sonuna kadar sizler için var olacağız ve bundan gurur duyuyoruz” diyen siyasetçiye inanan da Kay Yengemizden aşağı değildir tabii.

Yalan iyidir, hoş ve tok tutar. “Bana biraz yalan söyle bu gece, ihtiyacım var” diyen Fe Ağabeyimizden daha iyi bilme şansımız yok zaten yalan mefhumunu.

Yalan ilişkisinde bir de “söyleyen” şahsa gelelim. Herkes son günlerde söylediği yalanları bir düşünsün. Bir de bu yalanların yerine gerçekleri söylediğini hesap etsin. Nedir durum? Biraz sıkıntı var sanki değil mi?

İnsan ilişkilerinde mesele, doğru yerde doğru kişiye yalan söyleyebilmekte, “yani yürekte”.

Size ünlü Amerikan büyüğü Abraham Lincoln’ün güzel bir sözünü söylemeden geçemem: “Bazı insanları her zaman kandırabilirsiniz, herkesi bazen kandırabilirsiniz ama herkesi her zaman kandıramazsınız”. Kay Yenge de hep kanmadı, “The Godfather II” filminde “yemişim Donunu Corleonesini” dedi bir zaman sonra. İçinden dedi tabii.

Geyiğine yazdık bir şeyler, konu “yalan” oldu.

Dondurmayı Yalan Mı?

Çoğu insanın aksine; kendimi bildim bileli, yalanla başlayan bir hayatım oldu. Devamı da onların aksine gelişti. Olağan şartlarda, temiz bir bebek dünyaya gelir ve toprağa girene kadar lekelenir, bir ömür boyu… Yalan da bu lekelerden sadece bir tanesi; ama ben aklım ermeye başladığında yalan söyleyen biriydim. Lekeyi çok erken bulaştırmıştım üstüme. Yaşım ve çevrem gereği etki yaratacak yalanlar söyleyebilecek potansiyelim yoktu. Söylediğim yalanlar, ya çevrem tarafından zaten saçma bulunup sorgulanmıyordu; ya da gerçekmişçesine bir etki yaratıyor ve sorgulanamıyordu.

Yemediğim yemekler, aldığım notlar, girmediğim dersler, darlayan sevgililer, baskılayan akrabalar, içinde bulunmak istemediğim durumlar… Her şey hakkında yalan atmışımdır. Bunu yapma sebebim de “o anı kurtarmak” olarak nitelendirilebilir. Evet, “Gerçeklerin, bir gün ortaya çıkması gibi kötü huyu vardır.” tarzı aforizmalar yapılıyor da; hayatta olan babaannemi neredeyse tüm öğretmenlerim öldü bilir mesela. Veya ortaya çıkan yalanlarımdan çok, bilinmeyen yalanlarım vardır, benim bile hatırlamadığım. Ve nedense, ortaya çıksa da çıkmasa da, insanların sorguladığı tek bir şey var. “Yalanın içeriği.” Somut örnekte, babaannemin öldüğüne dair yalana getirilen tek eleştiri: “Oha lan, öyle yalan söylenir mi?” Yalanın sadece yalan olduğunu; beyaz, pembe, küçük, büyük gibi kriterlerle sınırlanamayacak bir şey olduğunu sorgulamaya da o dönem başladım.

Bunu sorgularken yalan söylemeye devam ettim, ve hatta hala yalan söylüyorum. Çıkış yolu bulamadığım zamanlarda yalan söylemeye devam ediyorum, ki bence çok da başarılıyım bu konuda. Ama keyif aldığım şey bu değil. Uğradığım bir sıkıntıda veya yaptığım bir hatada; yalan söylemek yerine verdiğim gerçek cevabın beni düşürdüğü durum, şu yaşamda haz aldığım en güzel şeylerden biri. O zor durumdan yalanla kurtulmak mümkünken, gerekirse çatışarak gerçeği söylemek ve derdimi anlatmaya çalışmak; kurabileceğim en başarılı yalandan çok daha kıymetli geliyor. En ötesi, tatmin oluyorum.

Yalanın kötülüğü ve anlamsızlığına dair vaaz verecek veya yorum yapacak ne donanımım var ne de karakterim. Çoğu zaman karşı tarafı kandırmaktan keyif alan da bir insanım, hatta kandırılmaktan da. Şu bulunduğum yaş ve anda, yapmamaya çalışmamın tek sebebi tatmin. Belki bu tatmini yaşamasam, yalan söylemeye ekseriyetle devam edecek biriyim.

Bazen duyulan sözler, insanı teşvik ediyor; veya insanın doğru yaptığını düşündüğü eylemlere dair inancını pekiştiriyor. Benim inancımın en temel taşlarından biri olan bu söz, devamındaki türkü ve oluşturduğu algı da kapanış olsun.


“İnsan, yalan söyleyen bir yaratık. Başka da bir nesne tanımıyorum ben; belki bilen varsa, anlatsın…”

                                               


25 Temmuz 2016 Pazartesi

Burası TRT Radyoları




Darbe nedir?

Hayatımda, ilk darbeyi ne zaman aldığımı hatırlamıyorum. Sonraki yaşantımızda sürekli olarak darbeye maruz kalacağımızı bildiğimden ya da tahmin ettiğimden herhalde, ilkinin önemli olacağını beynime hiç söylememişim. Ama beynimdeki tüm bu kalabalığa rağmen, yine de, hayatın farklı kulvarlarında iz bırakan darbeleri ve darbe girişimlerini gözümün önüne çok hızlı bir şekilde getirebiliyorum.

Mahalle takımının defansında oynuyorum. Sol ayaklıyım, Carlos’u örnek alıyorum ve korku nedir bilmiyorum. Biraz pislik bir tarzım var. Sürekli koşan bir tipim. Tekmeye kafa sokmalar, rakibe diz atmalar, dirsekler… Hayatta her şeyin bir karşılığı var tabii. Bunun için fizik okumaya gerek yok. Yenerken yenilmenin ne demek olduğunu bileğime yediğim darbeden sonra daha net anladım. Takım kazanmıştı ama beni kaybetmişti. Uzun süre yürüyemedim. Benden sonra da neredeyse maç kazanamadılar. Hala daha ters hareket yaptığımda sızlar durur. İnsanlardan aldığım darbeler arasında iz bırakanlardan birisidir bu anım.

Bir sürü yakın arkadaşım vardı ama bir tanesi daha yakındı. Cebimizdekilerin ve elimizdekilerin kimde olduğu fark etmezdi. Hepsi birbirine karışmıştı ve gayet rahat şekilde iki insan gücünde tek hayat yaşıyor gibiydik. Arkadaşlığın ve sevginin de amacının bu olduğunu düşünürdüm zaten. Geçen yıllarla birlikte açılan tek şey, sadece yeni kafeler olmadı. Gözler, kafalar, bu iki namussuzla birlikte aralar da açılıyordu. Yalan başladı, para hesabı başladı, arkadan iş başladı. Hepsi olurdu ama benim platonik olarak aşık olduğum, gıyabında günlerce senle dertleştiğim kızı öpmek niyeydi ulan? Hep derlerdi ama anlamazdım, darbenin en yıkıcısı, psikolojik olandı. Yoksa bilekmiş, acıymış, ağrıymış hikaye…

Derde ve sıkıntıya olan bağımlılığımızdan mıdır nedir, rastlamadığımız her darbeye karşı olan merak, beni siyaset okumaya itti. Söylenildiği gibi, merak etmenin çok da iyi bir şey olduğunu düşünmüyorum artık. Sınıfını tam hatırlamıyorum ama; hocaların anlattıklarını, Can Dündar ile Mehmet Ali Birand’ın seslendirmesini, Kenan Evren’in gücü eline almak için o yanıp tutuşan halini ve Erick Jan Zürcher’in kitabını gayet net hatırlıyorum.  Sürekli olarak gözümü kapatır, izlediğimiz kayıtlar dışında o günlerin nasıl olduğunu tahayyül etmeye çalışırdım. Aklıma ilk olarak, evinde, cam seviyesinin altına eğilmiş, meraklı gözlerle dışarıda olup biteni anlamaya çalışan insanlar gelirdi. Sonrasında, yolda istiflenen askeri araçlar arasında mahallenin açık herhangi bir yerinde sigara ve ekmek için sıra bekleyenler…

Siyaset, siyaset, siyaset… Bir şeyleri farklı şekilde dile getirmenin en kolay yolu. Kisve altına sokmanın en kestirmesi… Darbe değil, devrim bu. Darbe değil, muhtıra bu. Neyse ne… Yok bizi 15 sene geriye götürdü, yok bizi 20 sene geriletti. Sanki bunu hesaplayan bir algoritma var da, konuşuyorlar. Zamanında 10 senede bir periyodik bakım maksadıyla rejime verilen ayarlar, eskisinden daha istikrarlı bir düzen olmamasına rağmen nihayet son bulmuş gibi gözükse de, belirli dönemlerde çağa ayak uydurarak sanal ve yazılı mecrada dişini gösteriyor artık. Futbol oynamıyoruz diye kimse darbe yemiyoruz sanmasın. Eski arkadaşlıkların yerinde de yeller değil, çoktandır sert rüzgarlar esiyor. Ordu kanadından gelmediği için darbe yok mu sanacağız? Yaşıyorsan, her an, her gün bir şeylere maruz kalıyorsun. Hepsinin adı darbe. İsmi ve şiddeti ne olursa olsun… Doğduğun anda başlıyor. Yaşadığımız yerin kuruluşunda var darbe, sonrasında nasıl olmasın ki? İçine işlemiş. Şimdi diyecekler ki sen bir şey görmedin. Daha ne göreceksek…


23 Temmuz 2016 Cumartesi

Bizi İzlemeye Devam Edin



Sözlük
 “Darbe; değiştirmeye açık, yeri geldiğinde her anlama gelebilen
ve sonunda hep senin yeltendiğin bir harekettir”.
Ertek Lineker

Milliyet'in 1992 yılında biz okurlarına hediyesi Türk Dil Kurumu sözlüğünde “bir ülkede zor kullanarak yönetimi devirme işi” olarak tanımlanan darbe sözcüğü, Gezi olayları sonrası “bir ülkede baskı kurarak, zor kullanarak veya demokratik yollardan yararlanarak hükümeti istifa ettirme veya rejimi değiştirecek biçimde yönetimi devirme işi” şeklinde tanımlandı. Buna göre, protesto hakkını kullanmak suretiyle hükümeti istifaya çağırırsan ve hükümet istifa ederse darbe yapmış oluyorsun; hükümeti istifaya çağırmana rağmen hükümet istifa etmezse, darbeye teşebbüs etmiş oluyorsun. Darbe esnekleşiyor, ayağa düşüyor, her şey darbe olabiliyor.

Neyse ki darbe teşebbüsünü hissettiğimiz, darbe istemeyen insanların çoğunun sokaklara döküldüğü 15 Temmuz 2016 gecesi bize bazı saçmalıkları unutturdu. “Demek ki Ergenekon ve Balyoz değil, buymuş darbe girişimi” dendi, Çarşı dosyasına bir kez daha gülündü (tabii hala bunlara darbe diyenler de oldu). Ancak günün sonunda hukuki olsun olmasın hep sen oldun darbeci.

Askerlerin köprüde yaptıklarından sonra “Bunları yapan insan olamaz” türünden başlıklar atıldı, ama zaten kötülükleri, en kötü şeyleri hep insanlar yaptı. Sen belki de bu hayatta kötü hiçbir şey yapmadın, ama yine de sen oldun darbeci.

Öyle ki; “gözaltına aldığın şüphelilere işkence etme” dediğinde bir anda terör örgütünü öven kişi oldun, “demokratik tepki için sokağa çık, ama günahsız insanlardan canını isteme” şeklinde makul bir istekte bulunduğunda darbeci oldun.

Öyledir ama. Bazen demokratik tepki için sokağa çıktığında da darbeci olabilirsin. “Neden Başbakanın ofisinin önünde toplanmak istiyorsunuz bakayım?” düşüncesi sahibi kamu kudretinin şefkatli ve yılmaz savunucusu, sokağa çıkmayı dahi bir darbe girişimi olarak gördü. Darbe gibi demokrasi de değişkendir.

Darbecilere ölüm cezası istenir, ölüm cezasının kabul edilemez olduğunu hem yasal, hem felsefik boyutlarıyla anlatmaya çalışırsın, Beccaria dersin, “Krótki Film O Zabijaniu” dersin, geri dönülemezlik dersin, caydırıcılık dersin; yine darbeci olursun. Sen paragraflarca sayfalarca anlatırsın derdini, karşı güruh “ya Allah bismillah Allahu ekber” der, haklı çıkar. “Senin anana bacına darbe yapsalar hoşuna gider mi?” gibi bir fikirden yola çıkıp “idam isteriz” diye haykırırlar. Bunların çoğu “Yeşil Yol” filmini izleyenlerdir bir de.

Sen hakikaten darbeye karşısındır, sana darbeci diyenlerin çoğu darbeye karşı olduğu için değil, kendi iktidarını sonlandıracağını bildiği için darbeye karşıdır, milletin hakimiyeti ile ilgileri ise, sadece kendileri “milletten sayıldığı” için vardır; yine sen darbeci olursun.

Tüm bu saçmalıklar, çoğunlukçuluktandır. Aslında kimse çoğunlukçu değildir, sadece çoğunlukta olduğu zaman çoğunlukçudur. Darbe karşıtlığının da, demokratçılıkların da, idamcılıkların da nedeni budur.

Güç
“Darbe; güçsüzün güçlüye gücü yetmediği için yaptığı
ve sonunda hiçbir şeyi olumlu yönde değiştirmeyen kural dışı sert harekettir”.
Ertek (Düz Ertek)

Düz Ertek’in söylediği aslında biraz da futbola benziyor (zaten hayat feci anlamda futbola benzer). Rakip takımın zayıf (ve belki de biraz puşt) oyuncusu, durduramayacağı adamı önce tahrik eder, hakemin görüş açısı dışında bulunan adama küfreder, baktı ki durdurmak çok zor, tekmelere girişir, sakatlayana kadar devam tabii. Futbolcu sakatlanıp sahaya terk ettiğinde amaca ulaşılır ve faulü yapan kart da alsa, cezalı da olsa çok umurunda olmaz. Burada bir şekilde bir neticeye ulaşabilir oyuncu.

Siyasi darbe biraz farklı, aynı b.kun daha koyu laciverti. Gücü yetmediği için kural dışı sert hareket yapan ordu, iktidarı ele geçirir. Amaç iktidarı ele geçirmek tabii burada; ülkenin çıkarları, artık kullanımı yasaklanması gereken ve iyice ayağa düşen “muasır medeniyetler seviyesi”ne ulaşmak filan değil. Bir çıkarcı gider, diğer çıkarcı gelir. Halk da bezdiği adamlardan kurtulduğuna mı sevinsin, yeni gelen adamlara mı üzülsün bu durumda? Sadece “iki pis güçten hangisi daha iyiydi” soruları sorulur (bu grupların sempatizanları da vardır tabii, saygılar).

Tüm bu saçmalıklar güçtendir, güçlü olma fikrindendir; neticede insandır.

Vatan
“İnsan olan vatanını satar mı?
Suyun içip ekmeğini yediniz.
Dünyada vatandan aziz şey var mı
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

Onu didik didik didiklediler,
Saçlarından tutup sürüklediler.
Götürüp kafire : ‘Buyur...’ dediler.
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

Eli kolu zincirlere vurulmuş,
Vatan çırılçıplak yere serilmiş.
Oturmuş göğsüne Teksaslı çavuş.
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

Günü gelir çarh düzüne çevrilir,
Günü gelir hesabınız görülür.
Günü gelir sualiniz sorulur:
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?” 

Nazım Hikmet Ran



Atatürkçülük denince aklıma gelen sahne budur.

Bu darbeyi yapmaya teşebbüs edenler de Atatürk’ten, “yurtta sulh” mefhumundan yola çıktılar. Darbe ile sulh tesisi, Hitler ile insanlık tesisi gibi bir şey halbuki.

“Bu ahval ve şerait altında, Yüce Atatürk'ün önderliğinde milletimizin olağanüstü fedakarlıklarla kurduğu ve bugünlere getirdiği cumhuriyetimizin koruyucusu olan Türk Silahlı Kuvvetleri, ‘yurtta sulh, cihanda sulh’ ilkesinden hareketle” diyerek canlara kıydılar.

Memleketi böyle konuşanlar mahvetti işte. Demokrasisine, darbesine, barışına, Atatürkçülüklerine soktuklarım…

Sorular
Bu bölüm biraz gazete yazısına benzeyecek ama malum süreçle ilgili kim yaptı, kim yaptırdı olaylarına girmeden bazı ciddi sorularım var;

1. Tayyip Erdoğan ve saz arkadaşları insanları neden sokaklara davet etti, darbeyi tek başına önleyemeyeceklerini bildikleri için mi, yoksa halkı meydanlarda sokaklarda mı severler?

2. Halkına ateş açan asker, halkına ateş açan polisten daha mı az şereflidir?

3. Demokrasilerde darbeyi protesto bayrakla, hükümeti protesto biber gazı, TOMA ile mi karşılanır?

4. Teşebbüsün ertesi günü apar topar üç bine yakın hakim ve savcılar açığa alındı. Bu isimler 4-5 saatte mi belirlendi? Belirlenmediyse, yani ellerinde bu şahıslarla ilgili liste varsa neden beklendi? Tespit edilen terörist beklenir mi? Üç bine yakın hakim ve savcının hepsi Fethullahçı teröristse neden bu kadar hakim ve savcı en azından “siyasi anlamda” hiç etkili olamadı?

5. “Hazır darbe yapılıyor, bize karşı olan tüm kamu çalışanlarının, hakim ve savcıların anasını belleyelim” midir bu tasfiyelerin nedeni?

6. Tüm akademisyenlerin yurt dışına çıkışlarını engellemek nedir? “Herkes işinin başında olsun, Fethullahçı terörist misiniz değil misiniz anlayalım, ona göre gidin dışarıya” mıdır olay? Eğer öyleyse, darbeye teşebbüs neden beklendi?

7. Olağanüstü hal kararının Fethullahçı teröristlerle mücadele için alındığı söyleniyor. Zaten o karar alınmadan mücadeleye başlanıp ortalık toz duman edilmemiş miydi? Şimdi olağanüstü hal kararı neden alındı? Her şeyi “hukuka uygun” hale getirmek içinse tüm bu süreç, bugüne kadar hukuka uygunluğa hep dikkat mi ediliyordu da, şimdi mi hassas davranmak istedi bu amcalar? Yoksa bu karar, keyfi davranma isteğinin bir tezahürü mü?

8. Bir kısmı mutlaka “gözünün üstünde kaşın var” gerekçesi ile açığa alınan hakim ve savcıların yanında, zamanında Fethullahçı olduğu veya Fethullah Amca’ya destek verdiği belirlenen “üst düzey” devlet adamlarına, belediye başkanlarına dokunulacak mı? Olayda gözaltına alınıp “neden söylemediniz, neden yapmadınız, neden etmediniz” gerekçesi ile tutuklanan askerler yanında, olayı haber vermeyen MİT görevlileri soruşturulacak mı?

9. Bazı askerlerin gün gün fotoğrafını çekip, yüzlerindeki ve vücutlarındaki yeni morluklara işaret edenler, işkenceleri ortaya çıkarıp bu vesile ile tüm ifadelerin hukuka aykırılığını ortaya koymaya çalışan Fethullahçı terör örgütü üyeleri midir? Değilse, Şanlı Emniyetimiz “Biz İşkence Yapıyoruz” genel ilkesi ile hareket eden ve bundan gurur duyan insanlardan veya işkenceleri bilmeden ifşa eden mallardan mı oluşmaktadır?

10. Son soru; beyler bu vatana nasıl kıydınız?

Cevaplar sıralı şekilde verilmek zorunda değildir, kırmızı kalem kullanmak yasaktır.

Darbeler keşke Levent Kırca parodilerindekiler gibi olsaydı: “Bizi izlemeye devam edin”.

Not: Bu arada kıymetli arkadaşlar; sekiz ayda bir yazı yazdığımız Aylaktakiler yazıları dışında biliyorsunuz kendi sitelerimiz de var. Yeni sitem dahacoklafimizvar.blogspot.com.tr, müsait zamanınızda beklerim.

Benden, Sizden Biri Yaratmayı Nasıl Başardınız?


14 Eylül 2134
Gün itibariyle okuma ve yazmayı sökmüş bulunmaktayım. Bebeklik anılarım hafızadan silinmeden yazıya almam şart. Öncelikle şu anam olacak kadın, tanık olduğum ilk darbeyi gerçekleştirdi, hem de bana karşı. Memeyi ve bezi, alçakça bir kararla aniden kesti. Meme ucuna benzer bir şişeyi ağzıma sokup, oradan süt içiriyor. Beze karşı tepkimi oraya buraya sıçarak koyuyorum, beze tekrardan kavuşacağım günler yakındır.

8 Eylül 2137
Bu sabah okul denen bir şeye başladım. Dünyada gördüğüm en saçma şey, sabahın köründe, yaşıtım çocuklarla birlikte belli bir alana kapatılıp, eğitim adı altında esir tutuluyorum. Bu olayın arkasında yine o annem olacak kadın ve onun müttefiği babam var. Ondan beklemezdim... Bu durumun epey süreceği söyleniyor, diğer çocuklarla örgütlenmemiz şart fakat; örgütlenmenin ne olduğunu anlatabilecek kapasiteye sahip değilim. Bir süre boyun eğmek en doğrusu gibi duruyor.

3 Mart 2139
Aşık oldum. Sınıfta bir kız var, çok güzel. Muhabbetimiz olumlu, önümde oturuyor ve sürekli irtibat halindeyiz. Sanırım o da bana yanık.

6 Ekim 2144
Geçen sürede 20 kere daha aşık oldum, onları yazma gereği duymuyorum. Sürekli değişiyor çünkü.

9 Haziran 2146
Eğitim adı altındaki esaret devam ediyor ve buna hala karşı koyamıyorum. Yine de objektif olayım, cidden pek çok şey öğrendim ama; hala daha bu şekilde kapalı tutulma durumunu anlamlandırabilmiş değilim.

14 Kasım 2147
Siyaset diye bir kavram var, insanlar birbirini yiyor. Okulda bile gruplaşmalar başladı, ailelerinin düşüncelerini birbirlerine karşı deli gibi savunan çocuklarla bir aradayım.

23 Temmuz 2148
Epeydir yazamadım, yine aşık olmuştum. Sevgili olduk hatta. Yalnız 10 gün boyunca ulaşamadım ona, ayrıldık diye düşündüm, başka kıza aşık oldum. Meğer ayrılmamışız. Başka kıza aşık oldum deyince, "Bir de bunu bana söylüyor musun utanmadan?" dedi. Utanmamıştım, sadece doğru söylemiştim
.
11 Ağustos 2148
Acı çekiyorum. Alçak kadın, darbe vurdu bana. 130 yıl önce kadar, şarkıcının biri "Kaybedince daha çok seveceksin." demiş. Nasıııl? Aşk mı acısı bu?

4 Şubat 2149
Şu siyaset diye bir şeyden bahsetmiştim ya, hah, o işte hayatın merkezi oldu. Etrafta ordu göreve yazıları görüyorum. Ne alaka lan? Silah tutan adamın işi ne?

26 Eylül 2149
Darbe oldu. Yok benim sevdiğim kız yapmadı, insanların çağırdığı ordu yaptı. Daha önce ülkeyi yönetenler öldürüldü. Halk çok memnun duruyor. Kurt görünümlü bir abi bildiri okudu ve yönetim değişti. Eski yönetimi savunan insanlar bile mutlu bu durumdan. "Vakti gelmişti." diyorlar. Korkudan diyorlar, tahmin edebiliyorum. Silah her şeyden üstün duruyor.

2 Ekim 2150
Üniversiteye girdim, biraz zor olsa da başardım. Ülkeye demokrasi geldi deniyor her yerde. Üniversite farklı bir ortam. Kulüpler ve örgütler var, genelde siyasetle ilgili. Müzik kulübüne girdim. İnsanların öldürüldüğünü gördükten sonra siyaset bana göre değil. Belki de bu yüzden darbe amacına ulaştı. Yine bir 140 yıl önce hatırlamadığım şarkıcının dediği gibi. "Ölmek zor, ölüm çok zor." Öyle mi arkadaşlar? Çok sağ olun ha!

1 Ocak 2151
Karşı darbe oldu. Yine silahla oldu tabii. Silah kesin çok üstün. Önceki darbede öldürülenlere karşılık başkaları öldürüldü. Çünkü can, canla temizlenir “netekim”. 150 yıl önce ne güzel demişler: "Biri sağdan, biri soldan asılınca... Masal olduk, masal olduk yine." Herkesin bu durumdan memnun olduğunu söylememe gerek yok sanırım. " Gençliği haybeye yenmiş yorgun ve yalnız nesil, birbirini buldukça düşmedi, düşmeyecek." Eski sözler umut veriyor ama sonuç verir mi şüpheliyim... Olağan yaşama daha hızlı dönülecek deniyor, onu bekliyoruz.

15 Haziran 2151
Olağan yaşama dönüldü, okul devam ediyor. Arkadaşlarla grup kurduk, müzik yapıyoruz. Bir tane barla anlaştık, epeydir sahne alıyoruz. Barın sahibi bizden 140 yıl öncesinin Pop müziklerini çalmamızı istiyor, halbuki biz 180 yıl öncesinin Rock müziklerini çalmak istiyoruz. Bu hafta kovuluruz gibi duruyor. Bir darbe de buradan yedik, örgütlenmek şart. Together we stand, divided we fall!

19 Nisan 2155
Bu sene mezun oluyorum. Bittiği gibi askerlik görünüyor. Peygamber ocağı sonuçta tabii. Hem askerlik yapmayana kız vermezler. Ah ne güzel söylemiş 140 yıl önce siyaset ve spor yorumcusu: "Zorunlu askerlik cinayettttiiiir, hoaaaaydaaa."

3 Temmuz 2155
Ara ara aşık oluyorum yine, yazmadım diye merak etme.

8 Ocak 2156
Yüksek lisansa başladım, askerliği erteleyeyim diye. Aslında bitirsem de güzel olur da, bitirsem ne olacak. Bu arada yine aşık oldum ha, sevgiliyiz şu an. İyi bir kız. Yok lan valla iyi kız, ben seviyorum diye değil.

22 Haziran 2156
İşe girdim. Daha ilk haftadan şirketteki taht oyunlarını gördüm. Her sabah asık suratlı 20 insan bir binaya giriyoruz, bütün gün somurtuyoruz. Okul bile daha iyiydi, en azından bir şeyler katıyordu bana ve gülen insanlarla birlikteydim.

3 Ağustos 2156
Bir buçuk ay oldu başlayalı işe, nasıl devam edecek bu durum hala bilmiyorum.

9 Şubat 2157
Yüksek devam, iş devam, ama insan şeytan. Birbirinin kuyusunu, sırf kariyer hırsları için kazan insanları gördükçe varlığımdan utanıyorum. Ve ne yazık ki bu siyasette de öyle, dostluklarda da öyle, sevgili ilişkilerinde de öyle. Ayrıldım dememe gerek yok sanırım. 140 yıl önce bu durumu ele almış şarkıcının dileklerini umut ederek devam etmeye çalışıyoruz. " Utan utan, utanmayan insan olur mu lan? Altın bir madalyon gibi taşınmalı vicdan."  Vicdan ve iyi niyeti kaybetmedikçe, insanlığımızı koruruz gibi geliyor.

16 Ekim 2159
Önümüzdeki hafta işten ayrılıyorum. Başvurduğum yerler var ama kabul görmüyorum. Askere gitmek zorundayım bu şartlar altında.

18 Ağustos 2160
Askere gittim geldim. Vatani görev abi. Mutlaka gidilmesi gerek. Yerden izmarit toplamak olsun, "çekbas" olsun, yeri geldiğinde vatan için şınav çekmek olsun... Hepsini yaptım ulan ben! Tamam artık, planlanmış geleceğimi yola sokma zamanı. Evlilik vakti geldi gelmesine de, ne güzel demiş Nuri Abi 160 yıl önce: " Kadın nankör olur, sonunda neyini gördük der. Oğlum kadın parasız erkeği sevmez."

21 Aralık 2160
Evlenmiş olmak için evlenmek ne lan? Geçenlerde, bir kız bana, onunla evlenirsem eğer bir ömür çalışmama gerek kalmayacağını, eşek yüküyle para kazandığını söyledi. Gördüğüm kadarıyla, para için benlik satmak çok kolay da, benim onlardan biri olmam kendi savunduğum ilkelere çok ters. Ayıp lan... 1 bira az içelim, ama vicdanen rahat olalım.

23 Temmuz 2162
Öldüm. Bedenen değil ama... Hala daha silahın insandan üstün olduğunu savunduğunuz için, hala daha kötü niyetinizi profesyonelliğinizle örttüğünüz için, ve hala daha insanlığınızı ve vicdanınızı açık açık, paraya pula sattığınız için. Silahı, kozu, kötülüğü ele geçirdiğiniz anda darbeye teşebbüs ediyorsunuz. Genelde de başarılı oluyorsunuz. Aile ve arkadaşlık kurumlarının bitmemesi nefes alma sebebi gibi duruyor. Onların akıbeti size benzemesin.

1 Aralık 2169
Annemi ve babamı kaybettim. İçimdeki boşluğu ve hüznü ne kaleme alabiliyorum ne de anlatabiliyorum. Saçma sapan bir işte, sabit bir gelirle, adeta günlerimin dolmasını bekliyorum.

17 Ocak 2173
Hiçbir şeye tahammülüm kalmadı. İşin garip yanı tepkisiz ve gamsız bir şekilde sürdürüyorum bu hayatı. Sona yakınım. Asmayalım da besleyelim mi bu umutsuzluk kanserini?

7 Şubat 2173
Güzel yanlarının görülmesi gerektiğini söylediğiniz şu hayatın içine sıçtınız. Siyasetiniz de, hırslarınız da, kötü kalpleriniz de batsın. Son böyle olsun istemezdim ama darbe sırası bende. Ve bu darbeyi sizin gibi, insanlığa karşı değil; kendime karşı yapıyorum. Bundan 170 yıl önce çok kıymetli bir müzisyenin dediği ve yaptığı gibi: “Yaşamak istemem artık aranızda.”

Yalnız ve Güzel Ülkem...



Türkiye Cumhuriyeti…

Kendisi ile ilgili hissiyatımı en iyi yansıtan, Nuri Bilge Ceylan'ın ifadesi ile, yalnız ve güzel ülkem…

Ülkece alışkanlık haline getirdiğimiz zor günlerden geçme faaliyetlerinden biri daha yaşanıyor. Zannediyorum ki bu zor günlerden, benim yaş grubumda olan insanlar için en önemlisi ve en büyüğü, 15 Temmuz Askeri Darbe Girişimi.

15 Temmuz gecesi, Genelkurmay Başkanlığı’nda yaşanan rehin alma ve çatışma olaylarına ilişkin tweetleri okuduğumda, bu ülke vatandaşı olarak her tür garipliğe enteresan bir biçimde alışkın olduğumuz için, “Lan böyle böyle olmuş!”, “Vay arkadaş!”, “Cemaatçi askerler diyor da, tweeti atan adama da güvenilmez ki...”, “IŞİD de olabilir?” vs. şeklinde konuşmalar yaşadık yakın arkadaşlarımla. 10-15 dakika içerisinde Beylerbeyi sahilden geçen tanklar ve Boğaziçi Köprüsü üzerindeki askeri araçlar ile ilgili görseller gelmeye başladığında ise, olayın ‘her zamanki’ diye adlandırmaktan hicap duyduğum olaylardan daha farklı boyutta yaşandığını fark ettik. Bunun üzerine, olayları daha yakın takip etmek için müzik dinlediğimiz yerden ayrılıp evlere geçelim dedik. 

Yoldayken, sosyal medya ve radyo üzerinden gelen bilgilerin değişmesi gibi, konuşmalarımızın içeriği de değişmişti. “Ne darbesi lan!”, “Bu saatte darbe mi olur?”, “Bu yüzyılda darbe mi olur?” gibi içinde darbe geçen ama henüz kabullenemediğimiz cümleler kuruyorduk. Hadi saatini geçtim, hakikaten ne darbesiydi lan bu yüzyılda. Sosyal hayatın neredeyse hiç olmadığı, olan kısmının da tekdüze ‘kafe’lerde çay-kahve içmenin ötesine gitmediği Kayseri ilgili, “Orta Doğu’ya böyle yerler çok bile ya!” diye dalga geçtiğimiz Orta Doğu muyduk yoksa? Hayır, olamazdık! Olamazdık da değil hatta. Değildik! Ne darbesi lan?

Benzinliklerde saat 22.45’te olmayacak türden yoğunluk vardı. “Un da alalım anasını satiim..” muhabbeti yapıyorduk yine geyik ayağına, ama gülmüyorduk. Yakınlarımızı arıyorduk. Durumdan haberdar olanların durumlarını sormak, duymayanlara duyurmak için. Bir taraftan da yine sosyal medyayı takip ediyorduk. İzlediğimiz kısa videolara göre, darbeydi sanki. Alenen söylüyordu bir asker, “TSK yönetime el koydu.” diye. Biz de koyuyorduk bi’ şeyler sözlü olarak. Ama hala inanamıyorduk gerçek olduğuna. Evlere geldik.

Haber kanallarında başbakanın açıklaması vardı, ‘TSK içerisinde bir kalkışma’ olduğu söyleyen. Zorunlu askerliği vatani hizmet diye kutsallaştıran zihniyeti, silah kullanmayı, zamanında Askerlik Şube Başkanlığı makamında oturan kişi ile ‘vicdani ret’ meselesini neredeyse birbirimize dalacak seviyede tartışan biri olarak kabullenemiyordum. Ülkemin, devletimin Genelkurmay Başkanı rehin alınmıştı. Hiçbir siyasi partiye sempati dahi duymayan, hatta hepsinden iğrenen biri olarak, sırf elinde silah olduğu için siyasi bir hareket içerisine girmeye hakkı olduğunu düşünen birtakım insanların var olmasına isyan ediyordum. Whatsapp gruplarında, “Oturacak mıyız mal gibi?”, “Kim lan bunlar?”, “Bi’ şey yapabiliyor olmamız lazım.” şeklinde konuşmalar geçiyordu. Cumhurbaşkanı henüz ortada yoktu. 80 darbesini yaşayanlar, “Darbe olsa pencereden kafanı uzatamazsın, televizyonlar böyle yayın yapamaz.” tarzı konuşmalar yaparken, ben evde tutamıyordum kendimi. Çıksak ne yapacaktık? Nereye çıkacaktık? Taşınabilir şarj aletini ve Türk Bayrağı’nı yanıma alıp sokağa çıkmak dışında bir şey gelmiyordu aklıma. Cumhurbaşkanı açıklama yapacak yazıyordu televizyonda. İzlediğim görüntüler, darbenin ya da darbe girişiminin varlığını gösteriyordu. Duramıyordum. Nerede, kimle, nasıl buluşacağımızı konuştuk. “Boş çıkmayalım.” diyenler vardı. Sanki ne alacaktıysak yanımıza, en fazla evdeki ekmek bıçağı. “Sakın!” dedik.  Cumhurbaşkanının bir odada, cep telefonuyla görüntülü konuşma yapmak zorunda kaldığı bir ortam vardı. Dönemin başbakanı olarak icraatları, kişiliği, insanlığı falan aklımın ucuna bile gelmiyordu. Ülkemin, devletimin cumhurbaşkanı da bu durumdaysa artık düşünecek bir şey olamazdı. Olmadı da zaten.

Evlerde kalan arkadaşlarla aramızda “Erdoğan – Gülen çatışmasında ne işin var?” temelinde konuşmalar geçiyordu, aynı anlarda insanların üzerinden tanklar geçerken. Konuyu kişiler üzerinden değil, ilkeler üzerinden değerlendirme yanlısı olduğumu anlatıyordum. Çocuklarıma anlatamazdım “Darbe olurken evde oturdum.” diye. Çocukları geçtim, kendime anlatamazdım. Gezi Parkı zamanında da öyleydi. En yakınlarımla o gün de, 15 Temmuz’da da çok ciddi tartışmalara girdim. Gezi’de sokakta olan herkesi terörist ilan etmekle, 15 Temmuz’da sokakta olan herkesi Erdoğancı ilan etmenin aynı düşünce yapısının ürünü olduğu üzerine konuştuk. Hala konuşuyoruz ve konuşmaya da devam edeceğiz eminim. Çünkü ben de dahil hiçbirimiz, tam manası ile bireyselliğin önemini ve gücünü idrak edebilmiş insanlar değiliz maalesef. Bunun da bulunduğumuz coğrafyadan aldığımız eğitime, içinde bulunduğumuz toplumdan yaşadığımız hayat standartlarına birçok nedeni var. O yüzden konuşacağız. Konuşalım zaten, kötü değil bu. Konuşalım, yaşayalım ki öğrenelim. Yeter ki güzellik olsun özde.

İnternet çok yavaş olduğu için TBMM’nin bombalanmasından, TRT’deki bildiriden, CNN Türk ve DIGITURK baskınlarından, çatışmalardan, ölümlerden haberimiz olmamıştı kalabalıktan ayrılıp eve dönene kadar. Sokakta olduğum için kaybettiğim tek şey bunları anında öğrenememiş olmak oldu. 

Sonraki günler, günlük hayatıma devam ettim, geceleri rahat uyuyabilmek ve gördüğüm kabuslar dışında. Korkudan bahsetmiyorum ya da huzursuzluktan. İçim acıdığından uyuyamadım. Hala da öyle. 

Uluslararası manada analizler yapabilecek donanıma sahip değilim, şu halde darbenin iç siyasete dair sonuçlarını falan konuşmak da yersiz bana göre. Acımızı yaşayıp geleceğe dair ideallerimizi gerçekleştirmek için mücadele etmek dışında bir şey düşünemiyorum maalesef.

Sonuç olarak; insafsız, insani düşünceye sahip olmayan, cahil ve ruhları satılmış yaratıklar sebebiyle masum ve silahsız insanların, menfaat gütmeden inanan ve bu şekilde inandığı şeyler uğruna canını vermekten kaçınmayan insanların hayatlarının nasıl son bulduğuna bir kez daha şahit olduk. Yazının başlarında da söylediğim gibi içim acıyarak yazıyorum ama, maalesef ‘her zamanki gibi’. Daha sonraki günlerde izlediğim onlarca, belki yüzlerce görüntü, bir taraftan umut olurken yaşamak için, bir taraftan da insanca yaşayamadığımız için umutsuzluk getirdi ‘her zamanki gibi’.

Her ne yaşanırsa yaşansın, biliyorum, bitmeyecek içimdeki inanç. Biliyorum, inancımı kıracak olaylar da bitmeyecek. Ama biliyorum, iyilik ve güzellik kazanacak en sonunda, ‘her zamanki gibi’.

Yazının sonunda, konunun devlet olduğu her an rehber esas aldığım Mustafa Kemal Atatürk’ün millet, inanç, başarı ve ordu ile ilgili, 15 Temmuz Darbe Girişimi'ni de birlikte değerlendirebileceğimiz sözlerini paylaşmak istiyorum. 

Ülkemizin ve milletimizin başı sağolsun.

“Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ordusu, istilalar yapmak veya saltanatlar kurmak için şunun, bunun elinde ihtiras aleti olmaktan münezzehtir. İnsanca ve müstakil yaşamaktan başka gayesi olmayan milletin, aynı ideale bağlı ve yalnız onun emrine tabi ve sadık, öz evlatlarından mürekkep muhterem ve kuvvetli bir heyettir.”

“Bir millet, mevcudiyet ve istiklalini temin için kabili tasavvur olan teşebbüs ve fedakarlığı yaptıktan sonra muvaffak olur. Ya muvaffak olamazsa demek, o milletin ölmüş olduğuna hükmetmek demektir. Binaenaleyh millet, berhayat oldukça ve teşebbüsat-ı fedakaranesine devam eyledikçe adem-i muvaffakiyet mevzuubahis olamaz.”