Kendisi ile ilgili
hissiyatımı en iyi yansıtan, Nuri Bilge Ceylan'ın ifadesi ile, yalnız ve güzel ülkem…
Ülkece alışkanlık haline
getirdiğimiz zor günlerden geçme faaliyetlerinden biri daha yaşanıyor. Zannediyorum
ki bu zor günlerden, benim yaş grubumda olan insanlar için en önemlisi ve en
büyüğü, 15 Temmuz Askeri Darbe Girişimi.
15 Temmuz gecesi,
Genelkurmay Başkanlığı’nda yaşanan rehin alma ve çatışma olaylarına ilişkin
tweetleri okuduğumda, bu ülke vatandaşı olarak her tür garipliğe enteresan bir
biçimde alışkın olduğumuz için, “Lan böyle böyle olmuş!”, “Vay arkadaş!”, “Cemaatçi
askerler diyor da, tweeti atan adama da güvenilmez ki...”, “IŞİD de olabilir?”
vs. şeklinde konuşmalar yaşadık yakın arkadaşlarımla. 10-15 dakika içerisinde
Beylerbeyi sahilden geçen tanklar ve Boğaziçi Köprüsü üzerindeki askeri araçlar
ile ilgili görseller gelmeye başladığında ise, olayın ‘her zamanki’ diye
adlandırmaktan hicap duyduğum olaylardan daha farklı boyutta yaşandığını
fark ettik. Bunun üzerine, olayları daha yakın takip etmek için müzik
dinlediğimiz yerden ayrılıp evlere geçelim dedik.
Yoldayken, sosyal medya ve
radyo üzerinden gelen bilgilerin değişmesi gibi, konuşmalarımızın içeriği de
değişmişti. “Ne darbesi lan!”, “Bu saatte darbe mi olur?”, “Bu yüzyılda darbe
mi olur?” gibi içinde darbe geçen ama henüz kabullenemediğimiz cümleler
kuruyorduk. Hadi saatini geçtim, hakikaten ne darbesiydi lan bu yüzyılda.
Sosyal hayatın neredeyse hiç olmadığı, olan kısmının da tekdüze ‘kafe’lerde
çay-kahve içmenin ötesine gitmediği Kayseri ilgili, “Orta Doğu’ya böyle yerler
çok bile ya!” diye dalga geçtiğimiz Orta Doğu muyduk yoksa? Hayır, olamazdık!
Olamazdık da değil hatta. Değildik! Ne darbesi lan?
Benzinliklerde saat
22.45’te olmayacak türden yoğunluk vardı. “Un da alalım anasını satiim..”
muhabbeti yapıyorduk yine geyik ayağına, ama gülmüyorduk. Yakınlarımızı
arıyorduk. Durumdan haberdar olanların durumlarını sormak, duymayanlara
duyurmak için. Bir taraftan da yine sosyal medyayı takip ediyorduk. İzlediğimiz
kısa videolara göre, darbeydi sanki. Alenen söylüyordu bir asker, “TSK yönetime
el koydu.” diye. Biz de koyuyorduk bi’ şeyler sözlü olarak. Ama hala
inanamıyorduk gerçek olduğuna. Evlere geldik.
Haber kanallarında başbakanın
açıklaması vardı, ‘TSK içerisinde bir kalkışma’ olduğu söyleyen. Zorunlu
askerliği vatani hizmet diye kutsallaştıran zihniyeti, silah kullanmayı,
zamanında Askerlik Şube Başkanlığı makamında oturan kişi ile ‘vicdani ret’
meselesini neredeyse birbirimize dalacak seviyede tartışan biri olarak kabullenemiyordum.
Ülkemin, devletimin Genelkurmay Başkanı rehin alınmıştı. Hiçbir siyasi partiye
sempati dahi duymayan, hatta hepsinden iğrenen biri olarak, sırf elinde silah
olduğu için siyasi bir hareket içerisine girmeye hakkı olduğunu düşünen birtakım
insanların var olmasına isyan ediyordum. Whatsapp gruplarında, “Oturacak mıyız
mal gibi?”, “Kim lan bunlar?”, “Bi’ şey yapabiliyor olmamız lazım.” şeklinde konuşmalar
geçiyordu. Cumhurbaşkanı henüz ortada yoktu. 80 darbesini yaşayanlar, “Darbe
olsa pencereden kafanı uzatamazsın, televizyonlar böyle yayın yapamaz.” tarzı konuşmalar
yaparken, ben evde tutamıyordum kendimi. Çıksak ne yapacaktık? Nereye çıkacaktık?
Taşınabilir şarj aletini ve Türk Bayrağı’nı yanıma alıp sokağa çıkmak dışında
bir şey gelmiyordu aklıma. Cumhurbaşkanı açıklama yapacak yazıyordu
televizyonda. İzlediğim görüntüler, darbenin ya da darbe girişiminin varlığını
gösteriyordu. Duramıyordum. Nerede, kimle, nasıl buluşacağımızı konuştuk. “Boş
çıkmayalım.” diyenler vardı. Sanki ne alacaktıysak yanımıza, en fazla evdeki
ekmek bıçağı. “Sakın!” dedik. Cumhurbaşkanının bir odada, cep telefonuyla
görüntülü konuşma yapmak zorunda kaldığı bir ortam vardı. Dönemin başbakanı
olarak icraatları, kişiliği, insanlığı falan aklımın ucuna bile gelmiyordu.
Ülkemin, devletimin cumhurbaşkanı da bu durumdaysa artık düşünecek bir şey
olamazdı. Olmadı da zaten.
Evlerde kalan arkadaşlarla
aramızda “Erdoğan – Gülen çatışmasında ne işin var?” temelinde konuşmalar
geçiyordu, aynı anlarda insanların üzerinden tanklar geçerken. Konuyu kişiler
üzerinden değil, ilkeler üzerinden değerlendirme yanlısı olduğumu anlatıyordum.
Çocuklarıma anlatamazdım “Darbe olurken evde oturdum.” diye. Çocukları geçtim,
kendime anlatamazdım. Gezi Parkı zamanında da öyleydi. En yakınlarımla o gün
de, 15 Temmuz’da da çok ciddi tartışmalara girdim. Gezi’de sokakta olan herkesi
terörist ilan etmekle, 15 Temmuz’da sokakta olan herkesi Erdoğancı ilan etmenin
aynı düşünce yapısının ürünü olduğu üzerine konuştuk. Hala konuşuyoruz ve konuşmaya da devam edeceğiz
eminim. Çünkü ben de dahil hiçbirimiz, tam manası ile bireyselliğin önemini ve
gücünü idrak edebilmiş insanlar değiliz maalesef. Bunun da bulunduğumuz
coğrafyadan aldığımız eğitime, içinde bulunduğumuz toplumdan yaşadığımız hayat
standartlarına birçok nedeni var. O yüzden konuşacağız. Konuşalım zaten, kötü
değil bu. Konuşalım, yaşayalım ki öğrenelim. Yeter ki güzellik olsun özde.
İnternet çok yavaş
olduğu için TBMM’nin bombalanmasından, TRT’deki bildiriden, CNN Türk ve
DIGITURK baskınlarından, çatışmalardan, ölümlerden haberimiz olmamıştı
kalabalıktan ayrılıp eve dönene kadar. Sokakta olduğum için kaybettiğim tek şey bunları anında öğrenememiş olmak oldu.
Sonraki günler, günlük hayatıma devam ettim, geceleri rahat uyuyabilmek ve gördüğüm kabuslar dışında. Korkudan bahsetmiyorum ya da huzursuzluktan. İçim acıdığından uyuyamadım. Hala da öyle.
Uluslararası manada analizler yapabilecek donanıma sahip değilim, şu halde darbenin iç siyasete dair sonuçlarını falan konuşmak da yersiz bana göre. Acımızı yaşayıp geleceğe dair ideallerimizi gerçekleştirmek için mücadele etmek dışında bir şey düşünemiyorum maalesef.
Sonuç olarak; insafsız, insani
düşünceye sahip olmayan, cahil ve ruhları satılmış yaratıklar sebebiyle masum
ve silahsız insanların, menfaat gütmeden inanan ve bu şekilde inandığı şeyler
uğruna canını vermekten kaçınmayan insanların hayatlarının nasıl son bulduğuna
bir kez daha şahit olduk. Yazının başlarında da söylediğim gibi içim acıyarak
yazıyorum ama, maalesef ‘her zamanki gibi’. Daha sonraki günlerde izlediğim onlarca,
belki yüzlerce görüntü, bir taraftan umut olurken yaşamak için, bir taraftan da
insanca yaşayamadığımız için umutsuzluk getirdi ‘her zamanki gibi’.
Her ne yaşanırsa
yaşansın, biliyorum, bitmeyecek içimdeki inanç. Biliyorum, inancımı kıracak
olaylar da bitmeyecek. Ama biliyorum, iyilik ve güzellik kazanacak en sonunda, ‘her
zamanki gibi’.
Yazının sonunda, konunun
devlet olduğu her an rehber esas aldığım Mustafa Kemal Atatürk’ün millet,
inanç, başarı ve ordu ile ilgili, 15 Temmuz Darbe Girişimi'ni de birlikte değerlendirebileceğimiz sözlerini paylaşmak istiyorum.
Ülkemizin ve milletimizin başı sağolsun.
“Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ordusu, istilalar
yapmak veya saltanatlar kurmak için şunun, bunun elinde ihtiras aleti olmaktan
münezzehtir. İnsanca ve müstakil yaşamaktan başka gayesi olmayan milletin, aynı
ideale bağlı ve yalnız onun emrine tabi ve sadık, öz evlatlarından mürekkep
muhterem ve kuvvetli bir heyettir.”
“Bir millet, mevcudiyet ve istiklalini temin için kabili tasavvur olan teşebbüs ve fedakarlığı yaptıktan sonra muvaffak olur. Ya muvaffak olamazsa demek, o milletin ölmüş olduğuna hükmetmek demektir. Binaenaleyh millet, berhayat oldukça ve teşebbüsat-ı fedakaranesine devam eyledikçe adem-i muvaffakiyet mevzuubahis olamaz.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder